KARANLIK; IŞIĞIN NEGATİF İYONİZE OLMUŞ İZDÜŞÜMÜDÜR! BAŞIMIZDA KÂİNATIN SARKACI.. GEÇMİŞ - ÂN - GELECEK .. VAROLMUŞ VE OLACAK... BURASI GECE VARDİYASI! BURADA HERŞEY OLASI...

Pazartesi, Temmuz 7

Mahkûmiyet

 
Her birimiz kendimize mahkûmuz...

Bütün özgürlük çabalarımız, isyanlarımız, itaatsizliklerimiz, bağlanma korkularımız başkalarına karşı...

“Hür olmak” deyince anladığımız, bizim haricimizde birilerinin otoritesinden, arzularından, kurallarından, kısıtlamalarından, şartlarından hatta yaşantısından bağımsız olabilmek ve ayrı durabilmek...

Bir ömür esaretine katlanmamız gereken tek insan: kendimiziz halbuki; ne kadar değişsek ne kadar genişletsek sınırlarımızı, farklı şeyler denesek ve hissetsek, içimizde saklı duyguları keşfetsek, bambaşka davranış biçimleri geliştirsek yine de dışına adım atamayacağımız ‘hapishane’miz bizzat BİZ(!)iz.

Aşk bu yüzden böylesine değerli belki de gözümüzde... Çünkü aşk sevmek değil, ‘o’ olmak... Bizi bizden kurtarıyor, aniden kırıveriyor ‘parmaklıklarımız’ı... Birdenbire ‘ben’ olmaktan çıkarıp ‘o’ yapıyor. En büyük tutsaklığımızdan bizi sanki aşk kurtarıyor.

Ne zaman çok bunalsak bu tutsaklıktan aşka kaçıyoruz farkına bile varmadan... Aşk tamamen eline geçirdiğinde ise bizi, paniğe kapılıp bu yeni mahkûmiyetten, tekrar dönmeye çalışıyoruz ‘hücre’mize...

Neyi neden yaptığımızı bilemiyoruz bazen, başkalarına söz geçirdiğimiz kadar dahi hükmedemiyoruz benliğimize... Kendi seçmediğimiz şeylerle şekillenip, seçimlerimizle istediğimiz şekli vermek istiyoruz yaşamımıza...

Heep acemisiyiz hayatın...
 
Verdiğimiz bir kararın yanlışlığını sonradan yaşadıklarımıza bakıp anlıyoruz. Ne var ki tam aksi yönde bir karar almış olsaydık onun doğru olup olmayacağını test etme şansımız da yok, neticesini göremediğimiz için.

Bizi kâh tutan, engelleyen kâh serbest bırakan, peşinden sürükleyen içimizdeki sistemin nasıl işlediğini çözemiyoruz... Ruhumuzun coğrafyasındaki çöllerin, denizlerin, engebelerin kapladığı yüzölçümü malûm değil bize... Issız çöllerinde kaybolduğumuz da oluyor, engin denizlerine açıldığımız da... Aşıp geçtiğimiz dağları da var, tırmanamayıp yuvarlandığımız tepeleri de...

Severken söyleyemediğimiz, söylerken sevemediğimiz varsa niye? Niçin dudaklarımızdan hiç düşünmediğimiz kelimeler dökülüyor içimizden geçenlerin yerine? Tercihlerimizi belirleyen ne? Duygularımızın esiri olmayalım derken, duygularını yaşamasına izin verilmeyen bir esire dönüşüyoruz kimi de... En çok korunmaya uğraştığımız neyse, ondan korunduğumuz için ödüyoruz en ağır bedeli... ‘Hudutlarımız’ ihlal edilmesin diye öyle kalın duvarlar örüyoruz ki önce biz çarpıp geriliyoruz ve geçemiyoruz ötesine...

Yeryüzünde bizi tahdit eden hiçbir şey bırakmasalar, hepsini kaldırsalar ortadan; bize karşı ‘kapıları’ açılmayan hiç kimse kalmasa, hayatımızda şimdikinden pek de fazla bir şeylerin gerçekleşmediğini görüp şaşırırdık büyük ihtimalle.

Öyle ya; neydi “gel” dediğinde o, gitmememizin sebebi... Kimdi alıkoyan en arzuladığımız şeyi yaşamaktan... Neden sürmedi o güzel macera... Kim susturdu, söyletmedi yüreğimizdeki sesi... Sorumlusu var mıydı onca bariz işareti anlayamamamızın...
Hangi sâikti yolumuzdan döndüren bizi... Elimizde olduğu halde nasıl oldu da gelmedi elimizden, bugün yapmadığımız için pişmanlık duyduğumuz şey... Hatırlıyor muyuz kabullerimizi yahut vazgeçişlerimizi dayatan birilerini... Bahanelerimizin, mazeretlerimizin kaynağını tespit edebiliyor muyuz...

Kendimize mahkûm olarak geliyoruz dünyaya; her geçen gün büyütüyoruz mahkûmiyetimizi, biriktirdiklerimizle, harcadıklarımızla, öğrendiklerimizle, anıldıklarımızla.

 
Tecrübelerimizle, korkularımızla, sevgilerimizle, nefretlerimizle, hoşlandıklarımız ve hoşlanmadıklarımızla, bildiklerimizle ve bilmediklerimizle örüyoruz duvarlarımızı.

En çok kendimizin karşısında güçsüzüz... Elimiz kolumuz bağlı, boynumuz kıldan ince eğer direniş bizim içimizden yükseliyorsa... Ve hiç anlayamıyoruz, olmasını en çok dilediğimiz şey başımıza geldiğinde kapıldığımız telaşı... En güçlü tereddütleri, dualarımızın cevap bulduğu anlarda yaşadığımızı...

Hayallerimiz hayal olarak kaldıkça memnunuz da gerçeğe dönüştüklerinde taşıyamamaktan endişe ediyoruz galiba... Yitirip de üzülmeyi göze alıyoruz, kazanırsak uyum sağlayamayacağımızdan çekinip... Alışkanlıklarımızdan sıkılıyoruz fakat daha da sıkı sarılıyoruz onları terk etme imkânı doğduğunda...

İsabet etmesinden kaygılanıp ıskalayınca rahat nefes aldığımız şeyler var, neredeyse kasten hedef saptırdığımız... Huzurundan olmaktansa mutluluktan ödün verenimiz de oluyor, heyecan uğruna bir sevginin derinliğinden yoksun kalanımız da...

Yasaklarla, manilerle, zorlamalarla, baskılarla savaşıp yenmek ya da esnetip gevşetmek mümkün ama herhalde ASIL ZAFER; kendimize mahkûmiyetimize rağmen isteklerimize kavuşabilmek.


Kİ; BEN BU-NA "ÖZGÜRLÜK" DİYORUM İŞTE!
 
 

1 yorum:

Mona Rosa dedi ki...

Bilmem hatırlar mısın ama tam 19 yıl önce bugün Bursa da akşam üzeri eve döndüğünde şöyle bir cümle kurmuştun. " Arkadaşlar Sanat Güneşimiz battı hepimizin başı sağ olsun!" Ardından da Zeki Müren den Elveda şarkısını açmıştın. Gözyaşlarıyla dinlemiştik....Neden bilmem rahmetlinin ölüm yıl dönümü olduğunu görünce fikrime bu düştü seninle paylaşmak istedim...