KARANLIK; IŞIĞIN NEGATİF İYONİZE OLMUŞ İZDÜŞÜMÜDÜR! BAŞIMIZDA KÂİNATIN SARKACI.. GEÇMİŞ - ÂN - GELECEK .. VAROLMUŞ VE OLACAK... BURASI GECE VARDİYASI! BURADA HERŞEY OLASI...

Cumartesi, Mart 24

Susmak...

Yazana zahmet vermeyen yazı okuyana da zevk vermez. Samuel Johnson
Niçin susar insan? Belki de başlangıçta, konuşmadan da anlaşabildiği birilerinin var olduğunu sanmasından, öyle ummasından. Sonra bir gün konuşmayı denemiştir büyük ihtimalle; çaresiz kaldığından, ‘kendini ifade et’ kültürünün dayatmasında safça, onu anlamalarına izin vermediğini düşünüp kendisini suçlayarak.

Herkes bir gün konuşur. Konuştuğunda, sustuğundan da beter bir anlayışla karşılaşırsa peki? ‘Kendini ifade edememek’ en çok da çağımızın uydurmacasıdır. Anlamak isteyenler, buna niyeti ve kapasitesi olanlar anlar çünkü; anlamıyorlarsa ya işlerine öyle geldiği içindir ya umursamadıklarından ya da böyle bir yetenekleri bulunmadığından. Heidi’nin yazarı Johanna Sypri derin bir bunalımdayken eşi, anlatmadığı için mi görmüyordu sanki karısının mutsuzluğunu. O halde susmak en doğrusudur belki ve siz susarken anlamış olanlar varsa sizi, konuşacağınız kişiler de yalnızca onlar olmalıdır. Emily Dickinson’ın yolunu izlemekte ne sakınca olabilir ki yoksa? İnziva, ona atfedildiği gibi kötü bir şey midir gerçekte? Dışarıdan tuhaf görüneceksiniz diye, onlar gibi olmadığınızdan çeşitli yaftalar yapıştıracaklar korkusuyla, hırsları uğruna bedenini satanlar ya da arzuları için onları sevenleri harcayanların arasında yaşamak zorunda kalırsanız, buna zorlanırsanız daha fazla mutsuz olmaz mısınız?

Kime gösteriş yapmak mecburiyetiniz var ki? Yalnızlığınız zevk veriyorsa, içinizin zenginliği yetiyorsa, küçücük bir dünyada kocaman bir alem kurabilyorsanız bırakın istediklerini söylesinler. Kundera’nın harika bir romanında bir erkeğin bir başka erkekten alması gereken intikamını aslında bir kadından almaya kalkıştığını görüp irkildiğinizde düşünmüyor musunuz hiç:

Zekası sizinle aynı ‘şaka’yı paylaşmaya yetmeyenlerle ne işiniz olabilir ki?

Cumartesi, Mart 17

Edebiyat

“Kaleme inandığımdan daha çok makasa inanırım” Truman Capote

Duyguların bedeli yoktur. O yüzden karşılığı beklenmez. Bekliyorsanız eğer, duygularınızın sahiciliğini bir yoklamanız gerekir.

Sevdiğiniz kişi tarafından sevilmediğinizde, terk edildiğinizde, ya da aldatıldığınızda acı çekmeniz, mutsuz olmanız, hayal kırıklığına uğramanız doğaldır ama öfkelenmeye, kin gütmeye, öc almaya hakkınız var mıdır? Artık sevmediğiniz birinin sizi onu sevmeye mecbur edemeyeceğine nasıl inanıyorsanız, birlikte olmayı daha fazla arzu etmediğiniz birinin onunla kalmanız konusunda ısrarcı olmaması gerektiğini nasıl düşünüyorsanız, sevdiğinize karşı da aynı ölçülerde âdil olmayı öğrenmeniz şarttır.

Acıyı atlatmanın, çıkış yolu bulmanın çözümü herkes için farklıdır. Kimi, kendinden çok genç karısı tarafından aldatılan Alberto Moravia gibi “durumu entelektüalize etmeye” çalışır kimi İvan Bunin’in sevgilisi gibi kaçıp uzaklaşmakta bulur çareyi.

Peki, sevdiğinizin içindeki ‘insan’ın umursamazlığıyla, sizi hiçe saymasıyla kırılıp yaralanırsanız; geçmişteki rüyanızın, ömrünüzün sonunda bile dönüp baktığınızda hatırlayacağınız güzelliğiyle dudağınıza yerleşecek tebessümü çalındıysa ne yaparsınız?

O zaman belki bambaşka bir âleme, maddeye değil mânaya sığınırsınız.

Edebiyat, her an her yerde karşınıza çıkabilecek insanların iç yüzüne de ayna tutar çok zaman. Kendini saf gösteren kurnazların, geleceğe dair planları veya küçük hesapları için herkesi kullanmaktan kaçınmayanların, çıkarları uğruna uyumlu rolü oynayanlarını daha çabuk anlarsınız.

Yine de onların silahlarıyla mücadele etmezsiniz.

Çünkü maddeden soyunduğunuzda yalnızca vicdandan ibaret kalacağınızı bilirsiniz.

Cumartesi, Mart 10

Kaçmak

“Kurnaz insanlar okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran olurlar, akıllı insanlar ise ondan faydalanırlar” Francis Bacon

Hayat olmasa ölüm de olmayacaktı, yaşadıkça ölüme yaklaşmanın bilgisiyle korkmayacak, ona bir anlam katmak için böyle çırpınmayacaktık. Başladığımız seferde yolumuza çıkanlarla, payımıza düşenlerle, rast geldiklerimizle, bize gelen, bizimle kalan veya bizi bekleyenlerle yürüyüp gitmekten böylesine huzursuz olmadan akıp gidecektik sonsuza doğru.

Ama sonsuzda kaybolmaktan öyle dehşete düşüyoruz ki belki yüzlerce kez kayboluyoruz henüz yoldayken, başarısızlık, mutsuzluk, tatminsizlik, sevgisizlik saydığımız şeylerle. Asıl anlamın nerede ve nelerde olduğunu anlamadan kendimizce değerler yüklüyoruz çok zaman hiçbir mana taşımayan şeylere ya da hak etmeyen kişilere.

Yeteneklerimizi kutsallaştırıyor, sevdiklerimizi ilahlaştırıyor, başarılarımıza tapıyoruz; gittikçe ruhumuz yoksullaşıyor, görmüyoruz. Sadece hoşlandığımız için bir şeyler yapmanın zevkiyle, birisini zaaflarıyla sevmenin gerçekliğiyle, kendimizi başkalarına ispatlamanın değil sahiden değer taşıdığımızı bilmenin huzuruyla mutlu olmayı öğrenmiyoruz.

Sevgilerimiz bile sahte, doğaçlama, içimizden geldiği gibi aşık olmuyoruz birilerine, aslında kendi varoluşumuza, kendi hayatımıza mana vermek için kullanıyoruz onları. O zaman da ya bir şeyler talep ediyoruz ‘sevdiklerimizden’ ya kendi istediğimiz şekli verip yeniden yaratmaya çalışıyoruz. Hem kendimizi kandırıyoruz hem karşımızdakini, sonra aşkların sığlığından söz ediyoruz.

O manayı biz yüklüyorsak eğer, “Bir insanı sevmekse en yüksek anlam, pekala bir gemiyi o insanmış gibi kutsayarak yaşayamaz mıyız” diye sorduğu Herman Melville’i anlatan Ali Bayburt’un artık gözlerimizi açmanın, değeri hakiki olanı ayırt etmenin vakti çoktan gelmiş olmalı değil midir; bir mana ararken manasızlığa düşmenin zavallılığından korunmak için.

Çünkü “kaçmak, kaçtıklarına yakalanmaktır bazen” Yakup Kadri’nin ‘Hikmet Bey’inin başına geldiği gibi.