KARANLIK; IŞIĞIN NEGATİF İYONİZE OLMUŞ İZDÜŞÜMÜDÜR! BAŞIMIZDA KÂİNATIN SARKACI.. GEÇMİŞ - ÂN - GELECEK .. VAROLMUŞ VE OLACAK... BURASI GECE VARDİYASI! BURADA HERŞEY OLASI...

Pazartesi, Temmuz 7

Mahkûmiyet

 
Her birimiz kendimize mahkûmuz...

Bütün özgürlük çabalarımız, isyanlarımız, itaatsizliklerimiz, bağlanma korkularımız başkalarına karşı...

“Hür olmak” deyince anladığımız, bizim haricimizde birilerinin otoritesinden, arzularından, kurallarından, kısıtlamalarından, şartlarından hatta yaşantısından bağımsız olabilmek ve ayrı durabilmek...

Bir ömür esaretine katlanmamız gereken tek insan: kendimiziz halbuki; ne kadar değişsek ne kadar genişletsek sınırlarımızı, farklı şeyler denesek ve hissetsek, içimizde saklı duyguları keşfetsek, bambaşka davranış biçimleri geliştirsek yine de dışına adım atamayacağımız ‘hapishane’miz bizzat BİZ(!)iz.

Aşk bu yüzden böylesine değerli belki de gözümüzde... Çünkü aşk sevmek değil, ‘o’ olmak... Bizi bizden kurtarıyor, aniden kırıveriyor ‘parmaklıklarımız’ı... Birdenbire ‘ben’ olmaktan çıkarıp ‘o’ yapıyor. En büyük tutsaklığımızdan bizi sanki aşk kurtarıyor.

Ne zaman çok bunalsak bu tutsaklıktan aşka kaçıyoruz farkına bile varmadan... Aşk tamamen eline geçirdiğinde ise bizi, paniğe kapılıp bu yeni mahkûmiyetten, tekrar dönmeye çalışıyoruz ‘hücre’mize...

Neyi neden yaptığımızı bilemiyoruz bazen, başkalarına söz geçirdiğimiz kadar dahi hükmedemiyoruz benliğimize... Kendi seçmediğimiz şeylerle şekillenip, seçimlerimizle istediğimiz şekli vermek istiyoruz yaşamımıza...

Heep acemisiyiz hayatın...
 
Verdiğimiz bir kararın yanlışlığını sonradan yaşadıklarımıza bakıp anlıyoruz. Ne var ki tam aksi yönde bir karar almış olsaydık onun doğru olup olmayacağını test etme şansımız da yok, neticesini göremediğimiz için.

Bizi kâh tutan, engelleyen kâh serbest bırakan, peşinden sürükleyen içimizdeki sistemin nasıl işlediğini çözemiyoruz... Ruhumuzun coğrafyasındaki çöllerin, denizlerin, engebelerin kapladığı yüzölçümü malûm değil bize... Issız çöllerinde kaybolduğumuz da oluyor, engin denizlerine açıldığımız da... Aşıp geçtiğimiz dağları da var, tırmanamayıp yuvarlandığımız tepeleri de...

Severken söyleyemediğimiz, söylerken sevemediğimiz varsa niye? Niçin dudaklarımızdan hiç düşünmediğimiz kelimeler dökülüyor içimizden geçenlerin yerine? Tercihlerimizi belirleyen ne? Duygularımızın esiri olmayalım derken, duygularını yaşamasına izin verilmeyen bir esire dönüşüyoruz kimi de... En çok korunmaya uğraştığımız neyse, ondan korunduğumuz için ödüyoruz en ağır bedeli... ‘Hudutlarımız’ ihlal edilmesin diye öyle kalın duvarlar örüyoruz ki önce biz çarpıp geriliyoruz ve geçemiyoruz ötesine...

Yeryüzünde bizi tahdit eden hiçbir şey bırakmasalar, hepsini kaldırsalar ortadan; bize karşı ‘kapıları’ açılmayan hiç kimse kalmasa, hayatımızda şimdikinden pek de fazla bir şeylerin gerçekleşmediğini görüp şaşırırdık büyük ihtimalle.

Öyle ya; neydi “gel” dediğinde o, gitmememizin sebebi... Kimdi alıkoyan en arzuladığımız şeyi yaşamaktan... Neden sürmedi o güzel macera... Kim susturdu, söyletmedi yüreğimizdeki sesi... Sorumlusu var mıydı onca bariz işareti anlayamamamızın...
Hangi sâikti yolumuzdan döndüren bizi... Elimizde olduğu halde nasıl oldu da gelmedi elimizden, bugün yapmadığımız için pişmanlık duyduğumuz şey... Hatırlıyor muyuz kabullerimizi yahut vazgeçişlerimizi dayatan birilerini... Bahanelerimizin, mazeretlerimizin kaynağını tespit edebiliyor muyuz...

Kendimize mahkûm olarak geliyoruz dünyaya; her geçen gün büyütüyoruz mahkûmiyetimizi, biriktirdiklerimizle, harcadıklarımızla, öğrendiklerimizle, anıldıklarımızla.

 
Tecrübelerimizle, korkularımızla, sevgilerimizle, nefretlerimizle, hoşlandıklarımız ve hoşlanmadıklarımızla, bildiklerimizle ve bilmediklerimizle örüyoruz duvarlarımızı.

En çok kendimizin karşısında güçsüzüz... Elimiz kolumuz bağlı, boynumuz kıldan ince eğer direniş bizim içimizden yükseliyorsa... Ve hiç anlayamıyoruz, olmasını en çok dilediğimiz şey başımıza geldiğinde kapıldığımız telaşı... En güçlü tereddütleri, dualarımızın cevap bulduğu anlarda yaşadığımızı...

Hayallerimiz hayal olarak kaldıkça memnunuz da gerçeğe dönüştüklerinde taşıyamamaktan endişe ediyoruz galiba... Yitirip de üzülmeyi göze alıyoruz, kazanırsak uyum sağlayamayacağımızdan çekinip... Alışkanlıklarımızdan sıkılıyoruz fakat daha da sıkı sarılıyoruz onları terk etme imkânı doğduğunda...

İsabet etmesinden kaygılanıp ıskalayınca rahat nefes aldığımız şeyler var, neredeyse kasten hedef saptırdığımız... Huzurundan olmaktansa mutluluktan ödün verenimiz de oluyor, heyecan uğruna bir sevginin derinliğinden yoksun kalanımız da...

Yasaklarla, manilerle, zorlamalarla, baskılarla savaşıp yenmek ya da esnetip gevşetmek mümkün ama herhalde ASIL ZAFER; kendimize mahkûmiyetimize rağmen isteklerimize kavuşabilmek.


Kİ; BEN BU-NA "ÖZGÜRLÜK" DİYORUM İŞTE!
 
 

Pazar, Haziran 22

Değmez Mi-ş


Eve geliyorsunuz.

Masada sabahtan kalma boş bir çay bardağı duruyor belki. Koltuğun üzerine içi dışına çevrilmiş bir gazete atılı. Sehpadaki minik küllükte gece içilmiş sigaraların izmaritleri.

Aceleyle çıktığınız için toplamaya fırsat bulamadığınız yaşam izleriniz. Başka bir günde olsa içinizi ısıtacak işaretler. Evinizde olmanın huzurunu hissettirecek minik ayrıntılar.

Öyle bakıp geçiyorsunuz. Her zamanki köşenize alışkanlıkla bırakıveriyorsunuz gövdenizi. “Değmezmiş” diyorsunuz. İçinizden mi geçiriyorsunuz, sesli mi söylüyorsunuz önemi yok. Üstüste tekrarlıyorsunuz ama. Değmeyen şeyin ne olduğunu yalnız siz biliyorsunuz.

Acıdan çok bir anlamsızlık, üzüntüden çok bir boşluk duygusu artık içinizdeki. Telefonunuz çalıyor. Sıkılıyorsunuz. Açmakla açmamak arasında tereddüt ediyorsunuz. Kimseyle konuşmak gelmiyor içinizden. Ne sizi arasınlar ne siz birilerini arayın istiyorsunuz. Hiçbir şey yapmıyorsunuz. Üstünüzde büyük duygusal çalkantılardan sonra yaşanan o yorgunluk hali. Benliğinize hâkim olan bir isteksizlik. Karnınız dahi acıkmıyor. Havanın karardığını parmaklarınızın arasında yanıp duran sigaranın ateşinden anlıyorsunuz. Kalkıp ışığı yakmaya üşeniyorsunuz.

Çok kederli çok yıkılmış değilsiniz... Sadece küçük mutluluklarınızın sizi terk ettiğini fark etmenin kırgınlığını yaşıyorsunuz. Akşam eve döndüğünüzde sevdiğiniz bir müziği dinlerken, ayaklarınızı uzatıp birikmiş dergilerin sayfalarını karıştırmak zevk vermiyor nicedir. Damağınıza uygun alaminüt bir şeyler hazırlayıp ekranın karşısında hoşunuza giden bir programı seyrederken atıştırmaktan tat almıyorsunuz. Televizyonunuzu açmıyorsunuz bile. Yemekten sonra balkonda oturup sigara eşliğinde çayınızı yahut kahvenizi içmenin eski hazzı yok.

Saatlerdir aynı yerde, sessiz ve kıpırtısız, tuhaf bir boşvermişlikle oturup kalmışsınız. Yalnızca o “meşum” kelime hiç susmadan uğulduyor başınızın içinde: “Değmezmiş” 

Mutsuzluktan içinizin katıldığı zamanları hatırlıyorsunuz. Nasıl ıstırap çektiğinizi... Yüzüstü kapanıp geceler boyu ağladığınızı... Ve sonrasında her şeye rağmen sizi ayakta tutan o “yaşadıklarım katlandığım bu müthiş acıya değerdi” hissini...

Oysa şimdi ne kadar pişmansınız... Yaşamadıklarınızı, reddettiklerinizi, vazgeçtiklerinizi, harcadıklarınızı, kaçırdıklarınızı düşünüyorsunuz... Daha önce umursamadığınız onca şeyi... Değmezmiş çünkü, bunu yeni öğrendiniz...

Anlatsanız, dostlarınız “değer mi bunun için kendini hırpalamaya” derler, biliyorsunuz. Zaten asıl bu yüzden üzülüyorsunuz... Biten bir güzelliğin geride bıraktığı hüzün meğerse ne hoş bir halmiş, mumla arıyorsunuz...

İçinizde oluşan şu boşluk tüm duygularınızı yutmuş sanki... Öfke, elem, nefret, hınç, yeis gibi şiddetli olanları değil sade; en ufak keyifleri, ilgileri, heyecanı, neşeyi, ferahlığı hatta... En beteri hayallerin ve ümidin de kaybolması o boşlukta... Aşkın, sevincin, coşkunun, arzunun, başarının getirdiği doyumun, mutluluğun oksijensiz kalıp ölmesi adeta...

Bütün bunları düşünmeyecek kadar bezginsiniz... Dertli de sayılmazsınız, dertlenemeyecek ölçüde usanmışsınız...An gelip bir şeyler “kıpırdanacak”, şöyle bir silkeleneceksiniz elbette; henüz o vakitte değilsiniz... 

Esas fenalık benliğinizde yer edecek şüphede... Bundan böyle kolayca kapılmayacaksınız, teslim olmayacaksınız sizi çeken ne varsa... Bir fren izin vermeyecek hiçbir duygunuzun çok fazla coşup kabarmasına...

Hep devrede kalacak o “alarm” sizi hüsrandan koruyacak lâkin katıksız bir mutluluğa da mani olacak...

Buna sebep olan neyse ya da kimse sitemi bile gereksiz buluyorsunuz...


Usulca kıvrılıp rüyasız bir uykuya dalıyorsunuz...

...

Cumartesi, Mayıs 24

Mutsuzluğun Adları

Bana “mutsuzluğun diğer adı ne” diye sorsanız, “mecburiyet” derim.

Kayıpları, ayrılıkları; bütün o birdenbire yere çakan, yakıp kavuran, lime lime parçalayan büyük acıları dururken hayatın, onu mecburiyetle eşdeğer tutmayı mutsuzluğa saygısızlık sanmayın.

Her ne sebeple olursa olsun istemediğiniz işleri yapmaya, o işlerin gerektirdiği birtakım koşulları arzu etmeseniz de yerine getirmeye, hoşlanmadığınız insanların olduğu ortamlarda bulunmaya, sürdürmekten memnun olmadığınız ilişkileri devam ettirmeye, gönülsüz tanıklıklara zorunlu olmaktır bazen de ve o işlerden, o yerlerden, o kişilerden uzaklaşamamak, kaçamamak, usul usul törpüler yaşama sevincinizi, müzminleşir can sıkıntınız, canlılığını yitirir duygularınız, mutsuzluğun öteki yüzünü tanırsınız.

En şiddetli acılarla sarsılırken, en derin yaraların ıstırabını çekerken bile eğer hayata dair umutlarınız tükenmemişse, hâlâ hayal kurabiliyorsanız, bütün yıkılmışlığınıza rağmen mutsuz bir insan sayılmazsınız. Acılı, dertli, yaralı denebilir size ama mutsuzlukla yaftalanamazsınız.

Herkes bilir, mutluluk süregiden bir duygu değildir, zaman zaman hissedilir. Mızmız, sünepe, silik, âdeta yaşamınızın dokularına işlemiş bir ruh hali olarak mutsuzluk ise kronikleşir. Sorumluluk demiyorum, üstüne basa basa zorunluluk diyorum; aralarındaki muazzam farka dikkat çekerek. Ölüm vurgunlarının, aşk yangınlarının, ayrılık sancılarının harap etmesine benzemez, yapınızın ‘temel direklerine’, duvarlarına sinmiş sinsi bir rutubet gibi işler içinizde.

Farkında olmak diğer çehresidir mutsuzluğun.

Bilmek mi, anlamak mı, sezmek mi, artık her ne isim verirseniz ona, farkındalığın mutlulukla ters bir orantısı vardır sanki. Biri çoğaldıkça diğeri azalır. Belki de bu denklemin kendini kandıramamakla bir ilişkisi olmasındandır.

Öğrenmek istemediklerinizi öğrenmek, görmek istemediklerinizi görmek ve hepsinden ağırı, bu durumun yahut bu konumunuzun devam etmesidir mutsuzluk bir de.

Yani gidememektir mutsuzluk...

Gidememeyi kendinize yakıştıramamaktır.

Hele ki alışkınsanız gitmeye, gideni takip etmemeye ve kaçmaya size huzursuzluk veren her yerden, her şeyden, her insandan.

Mutsuzluk alışkın olduğunuz şekilde davranMAmaktır...

Ne doğru bir teşhistir, “gördüğünden aşağı düşmektir” en başta. Hem de buna bağlıysa şahit olmak istemediklerinize şahit olmanız, bu yüzdense uzaklaşamamanız bulunduğunuz ortamdan...

Gerçek kırgınlığınızı anlatamamaktır mutsuzluk, anlatsanız anlamayacağını görmektir buna sebep olanın.

Hiç aldatmayın kendinizi, mutsuzluğun adı bizzat yaptığınız aptallıklardır. Akıl edemediğinizden değil hem, zekânıza rağmen, bile bile yaptığınız aptallıklar... Hani o aptallığınızla övündüğünüz... Akıllı değil zeki insanların güveniyle, coşan duygularınızın seline kendinizi korkmadan bıraktığınız aptallıklarınız. O aptallıklar, aptallık oldukları ortaya çıktığında dahi mutluluğunuzun aslî nedeni olabilirler aslında. Ancak arkasından mecburiyetler, zorunlu tanıklıklar, istenmeyen tanışıklıklar, hoşlanmayacağınız şeylerden haberdar olmalar ve gidememeler gelirse, mutsuzluğun adını çok kolay koyarsınız.

Ya o tek bir aptallık, bütün dengeleri altüst ettiyse yaşamınızda... Sırf bunun için başka aptallıklar yaptırıyorsa size vicdanınız?

Hayatınızı, tüm mahkûmiyetlerden, mecburiyetlerden kurtaracak, sizi mutluluğa götüreceğinden emin olduğunuz adımı bu sefer duygularınıza karşın, iradenizi kullanarak atmıyorsanız... Üzülmeyi, üzmeyi göze alıp, geçmişteki hatanızın vebalini, o yanlışta hiç dahli olmayan birine yüklemeye razı olmuyorsanız, aptallık diyemezsiniz, eski aptallığınızın bedelidir ödediğiniz.

Mutsuzluk o bedeli ödemeniz değildir asla...

Yaptığınız aptallığın bir bedel ödemeye değecek olmamasıdır!
 

Perşembe, Nisan 3

İki Yabancı



Kim, bir zamanlar çok yakın olmuş iki kişi kadar yabancı olabilir ki birbirine…

Bu kadar ağır, derin ve koyu bir yabancılığı başka kim hissedebilir yekdiğerine…


Yolların ayırdığı, yılların ayırdığı zamanlarda bile asla duyumsamadığınız o ürkütücü mesafe, o yüreğinizi donduran soğukluk nasıl yerleşir aranıza… 


Bakışlarınız karşılaştığında neden karanlık bulutlarla kaplanır gözleriniz, niçin öylesine sert bir rüzgâr eser de üşür içiniz… 


Artık ne o size güvenir ne siz ona güvenirsiniz ve gerçek güvensizlik birine güvenmemek değil o birinin size güvenmediğini bilmektir…


Bu güvensizliği yaratan birbirinize dair kanaatlerinizin değişmesidir; biriniz ötekinin söylediğiniz yalanı anlamayacağını, anlarsa da hâlâ ona hoşgörü göstereceğini sanarak yanılmıştır, biriniz doğruyu söylediğinizde öbürünün bunu anlayacağını ve hak vereceğini umarak belki de… 


Beraberken söylenen yalanlardan çok daha fazla yaralar insanı ayrıyken söylenen yalanlar halbuki… Çünkü içinde bir kendini savunmadan, karşı tarafı avutmadan ziyade karşısındakini küçümsemeyi saklar…


Böyle durumlarda iki çift göz aynı anda açılır, bakarlar ki ortalarında çok büyük bir uçurum vardır; onlar o uçurumun iki ucunda şimdi iki yabancıdır…


Hayretle süzerlerken birbirilerini, içi burkulur birinin, öfkelenir beriki… Öfkeli olan muhtemel ki “ne hakkı olduğunu” düşünür diğerinin onun hayatına “karışmasına”… Bilmez ki zaten esas mesele, istemeden “o hayata karıştırılmış” olmasıdır kırgın görünenin… Kesin olan her ikisinin de zamanında yanlış değerlendirmeler yapmalarıdır karşılıklı… Birincisi zekâsına sonsuz güvenip sevdiğinin, tek söz etmeden bile kavrayacağına inanmıştır her şeyi… İkincisi ise fazlasıyla “saf” bulup kendisini seveni, kaale almaz onun sezdiklerini, sanır ki o rıza gösterecektir her role, ona biçtiği… 


Duygularını güçlü yaşayanlar hep biraz “naif” bulunur. Oysa zekâ yoksa duygular yoktur, ne kadar zekiyse insan ancak o kadar duyguludur… Ama zekâ parlak ışığını duyguların kontrolüne mutlaka vurur… Doludizgin saldırmaz, için için kaynasa da dışarıya serin durur…


Hiç tanımadığınız, hiç tanışmadığınız, âdetlerinden habersiz olduğunuz, dilini bilmediğiniz kimselere hissettiğinizden dahi daha keskin bir yabancılıktır yaşadığınız… Zira yabancılık bir halin öncesini belirlemez, aslında sonrasıdır… İrtibatınız olmamış herkes potansiyel bir yakınlık ihtimali taşır… 


Yakınlığın ardından doğan uzaklık fakat, gittikçe açılan doldurulamaz bir boşluktur… İki insan arasında olabilecek en büyük yakınlık tadılmış ve nihayete ermişse, atılan adımlar kaçınılmaz biçimde aksi istikametlere doğrudur… 


Sıcak hisler kalmışsa geride, galiba bunu korumanın yolu istemediği konumlara çekmemektir birbirini ve denememektir neleri kaldırabileceğini…


Biten bir şey yeniden başlamaz, aynı şey iki kere yaşanmaz… 


Sevgi biter güven kalırsa yabancı olunmaz yine de, sadece güven zedelendiğinde ılık duygular yüz tutar serinlemeye… Konuşurken sözler sanki havada asılı kalır… Her sözün arkasında farklı ve maksadını aşan bir anlam aranır… Yavaş yavaş söner ışıkları, tenin altından çok derinlere inip kaybolur bir yerlerde duygularınız…


İlkönce bakışlar yabancılaşır, kurulaşır kelimeler…



İki yabancısınızdır artık, bir daha aynı dilden konuşamazsınız…


Pazartesi, Mart 24

Son -Suz

Başlangıçlar ve bitişler birbirinden apayrı şeyler değil.

Başlangıç anlarıyla birlikte başlıyor aslında sona doğru gidişler de. Başlamak bir tedirginlik, bir tereddüt taşısa da umutlar, heyecanlar, hevesler, arzular, coşkular barındırıyor içinde. Bir doygunluk yaratsa da, hatta bazen bir ferahlık hissi uyandırsa da, bitişlerde bazı hüzün, bazı keder, bazı da başarısızlık duygusu ağır basıyor.

Başlangıçları hep çok önemsiyoruz fakat sona ererken bir şeyler, niyeyse aynı özeni göstermiyoruz. Oysa onlarla değerlendiriyor, onları hatırlıyoruz, her ne ise, hep daha çok.

Bir bebeğin doğumuyla yaşanılan sevinç unutuluyor zamanla ama bu dünyadan göçerken bir insan, bıraktığı izlenimler kalıyor aklımızda. Âşıkların, bir sevda yeşerirken sergiledikleri tavırlar, ayrılıklarda takındıkları tutumlarla silinebiliyor. Bir işin başındaki karşılıklı beklentiler, sonuçlarına göre bir anlam kazanıyor ancak. Vaatlere bakarak anlaşılmıyor, neticeler belirliyor performansları.

Öyleyse neden esirgiyoruz hak ettiği itinayı bitişlerden? Niçin, boşvermişlikle, ilgisizlikle, usançla ve onların doğurduğu bir nezaketsizlikle hırpalıyoruz hayatımızın bu dönüm noktalarını? İlkler kadar sonları da saklamıyor muyuz sanki kişisel tarihimizde?

“Boş bir levha” hiç yok belki de; “beyaz bir sayfa”, zannettiğimiz gibi ‘yepyeni’ olmayabilir. Genetik kodlarımızla doğuyoruz hepimiz zira, ‘temiz bir kâğıtta’ kim bilir hangi ağacın dokuları hayat sürüyor... Bir devamlılık var şüphesiz, başlayan hiçbir şey bitmiyor; değişiyor yalnızca.

Ayrılıklara, vedalara, uğurlamalara, beraberlikler, merhabalar, karşılamalar olmadan varılmıyor.

Küskünlüklerimiz dahi, tanışmadığımız, bir şeyleri paylaşmadığımız, ortak anılar yaşamadığımız kimselerle olmuyor. Yaşam belirsizliği sevmiyor, muallakta kalmak insan tabiatına uymuyor; bitkisel bir hayata benziyor böylesi biraz da. Sonların kıymetini sezdiriyor bize.

Sonlardan kaçamıyoruz. Kaçınılmaz olanı kabullenmekten başka çaremiz yok. Mühim olan bu kabulü nasıl gerçekleştirdiğimiz. Hayatımıza aldıklarımıza hayatımızdan çıkarken ne şekilde davrandığımız. Gülümseyerek kapılarımızı açtığımız misafirlerimizi yolcu ederken, aynı hassasiyete sahip olup olmadığımız.

Henüz yaşamımızın herhangi bir alanına nüfuz etmemişken, duyarlılıklarımıza dokunmamışken, çıkarlarımıza değmemişken birileri ya da bir şeyler, düşünceli, incelikli, hoşgörülü olabilmek çok kolay. Zor olan, yakınlaşmalar peydah olduktan, sınırlarımız karıştıktan, paylaşımlar çoğaldıktan sonra, gerektiğinde kabalaşmadan, çirkinleşmeden, geçmişe ihanet etmeden noktayı koyabilmek.

Başlatmaktan, sürdürüp götürmekten daha yüce bir erdem bitirmeyi bilmek. Birisi hakkında doğru hüküm verebilmemiz, onun ayrılıklardaki, bitişlerdeki, sonlardaki yaklaşımlarını görmemizle mümkün.

İsterse aşk olsun, isterse iş olsun, isterse arkadaşlık veya dostluk olsun, bir ayrılık halinde ne türlü nahoşluklarla yüz yüze gelebileceğimize dair kuşkularımız varsa, yol yakınken dönmekten, başlamadan bitirmekten çekinmemek hayrımızadır büyük ihtimalle.

Galiba, bir sevgili, bir eş, bir iş arkadaşı, bir ortak seçerken, onunla beraberliğimizi yürütüp yürütemeyeceğimizden önce, gün olup da şayet lazım gelirse, güzellikle ayrılıp ayrılamayacağımızı tartabilmekte marifet.

Yalnız başkalarını değil kendimizi de herhalde en iyi bitişlerde tanıyoruz. Hayal kırıklığı, menfaatimizin bozulması, kırgınlık, gönül yarası bizi biz olmaktan çıkarıyor mu; yoksa kayıplarımıza, acılarımıza, kızgınlığımıza rağmen vazgeçmeyi, zarar vermemeyi, itidalimizi muhafaza etmeyi başarabiliyor muyuz...

Aşk bitince dostluğu da umursamamayı, evlilik sona erince saygısızlığı, arkadaşlıkların ardından düşman olmayı, ortaklıklar çözülünce aleyhte bulunmayı mubah mı görüyoruz yoksa... Hakaretlerle, tehditlerle, mahremiyetleri ve sırları ifşa etmekle, yalanlarla, iftiralarla, sizinle yola devam etmek istemeyeni bırakmamakla, yalvarmakla, onurunuzu hiçe saymakla son buluyorsa ilişkiler ne manası kalır ki en güzel başlangıçların bile...

Nihayetler de emek istiyor en az başlangıçlar kadar...

Bundan imtina etmek hayatımızda açılan her yeni sayfayı en başından kirletmek demek...

Bir leke bulaştırmaktansa bitişlere, gözyaşlarımızla yıkamaktan korkmamak gerek...

Neyleyim ki; k o r k u y o r u m  !

Zihnimdeki bilgilerin idrakine âciz, suflî bir benliğin hamallığı ile mağaramda öylece korka korka ateşi seyrediyorum.

Bu bendeki benden "insan" çıkmaz; ki bunu bellemiş ise zihnim, gayrı gerisine kayıt tutmaz...




Cuma, Şubat 14

Zorlama ile olmuyor...



“İnsanları çok seviyorum” diyor...

Olur olmaz bir yerde, alakalı alakasız bir anda böyle başlıyor söze... Veyahut konuşmalarının arasına mutlaka sıkıştırıyor bu cümleyi... İşin tuhafı en çok da bu vurgulama ihtiyacı belli ediyor onun belki de herkesten daha az sahip olduğunu bu duyguya. İnsanlığı sevmekle insanları sevmeyi mi karıştırıyor birbirine diye düşünüyorsunuz...

Az ya da çok sevdikleriniz, hiç sevmedikleriniz, ne sevip ne sevmedikleriniz geliyor aklınıza... Hatta önce sevip sonra nefret ettikleriniz, pek hoşlanmadığınızı sanırken sevmeye başladıklarınız...

Bir sahtelik seziyorsunuz...

Şüphelenmekte haksız değilsiniz...

Güçlü duyguları hissetmesi kadar zordur çünkü söylemesi de.

Nasıl herkese aynı yoğunlukta hisler besleyebilir ki bir insan...“Bütün kadınları sevdiği” için hiçbir kadını çok sevemeyen erkekler gibi kimseyi fazla sevemediklerinden midir bu halleri... Kendilerinde eksikliğini gördüklerinden midir bunu dile getirme istekleri...

İnanmaya ve inandırmaya çalışırken nedir gerçekte üstünü örttükleri... İçlerinde kök salmış bir sevgisizliği gözlerden kaçırmak mı yoksa asıl acıklısı hiç sevilmemiş olmak mı... Her insanı sevmeye mecbur addeden bir kimlik arayışı mı bahis konusu olan, nahoş niyetleri perdeleme çabası mı...

Nedendir her daim sevgiden, iyilikten dem vurup da adaletin önemini hesaba katmamak... Zorla sevemezsiniz, duygularınıza söz geçiremezsiniz ama dilerseniz adil olmayı başarabilirsiniz.

Sevgi ölçüye gelmez, adalet ise belli kriterlere uymayı gerektirir; sevdiğinizi kayırmayı, sevmediğinize haksızlık yapmayı meşrulaştırma, en azından hoş görme tehlikesi vardır sevgiyi abarttığınızda. Herhangi bir sevgiyi kutsallaştırdığınızda kaçınılmazdır çok zaman hakkaniyetten uzaklaşmak da...

Bazı dönemler bazı duygular öyle yüceltilir ki bakarsınız evvela o duyguya zarar vermiş bu gayret. Son zamanlarda aşkın, sevginin başına gelenler misali. Aşınmış, hırpalanmış, içi boşalmış her ikisinin de. Kullana kullana sıradanlaşmış, onları ifade eden kelimelerle beraber bu duyguların da büyüsü kaybolmuş sanki.

Nicedir “aşk” denildiğinde yüreği hoplamıyor çoğumuzun, sevgiden söz açıldığında içimiz ılınmıyor... Nüanslar unutulmuş, ara tonlar çekilip gitmiş hayatımızdan, tekdüze bir melodinin esiri olmuşuz, tek sözcükle tanımlanamayan renklerin, lezzetlerin zenginliğinden mahrum yaşamaya alışıyoruz.

Duyguların dilimizi, dilimizin duyguları besleyen bir yanı var; birinin noksanlığı diğerini solduruyor... Seçtiğimiz hatalı kelimeler hislerimizin boynunu büküyor... Yeniden konuşmaya başlamadan evvel sessizliğe muhtacız galiba; şöyle bir durup iç sesimizi dinlemeye ve yavaş yavaş hakkını vermeye hem en nadide duygularımızın hem anlam kaymasına uğramış sözcüklerimizin.

Es vermeyi de o ‘es’in süresini de bilip öğrenmeden, notaları doğru basmadan mümkün değil galiba bu kakofoniden kurtulmak. Avaz avaz yükselen bir çığırtkanlıktan sıyrılmak için tizleri, pesleri, diyezleri, bemolleri hatırlamamız gerek. Arkadaşlığı, dostluğu, hoşlanmayı, tenselliği, sempatiyi, aşkı, sevgiyi, tutkuyu birbirinden ayırt edebilmek, her birinin kendi içindeki yoğunluk farklarını algılayabilmek biraz daha özen bekliyor olmalı bizden.

Duyduğumuz her yakınlığa sevgi diye diye, aşk diye diye sığlaştırdık aşkı da sevgiyi de. Ağzımıza pelesenk edip adeta pespaye ettik. Nadir yakalanan bu güzelliklere inancımızı da yaşanacaklarına dair umutlarımızı da tükettik böylece. Ve diğer duygularımızla; cazibenin heyecanıyla, arkadaşlığın neşesiyle, dostluğun dayanışmasıyla, tutkunun ateşiyle, hoşlanmanın hazzıyla, tenselliğin tatminiyle, sempatinin sıcaklığıyla mutlu olma şansımızı da yitirdik.

Söyleye söyleye hafiflettiğimizden hakikisine rastlarsak şayet ağırlığını taşıyamıyoruz... İçimizde demlenmeden ‘servis edip’ her duyguyu bazen, kekre bir tat bırakıyoruz damaklarda... Alabildiğine kolay seriyoruz ortaya, hemen itiraf ediyoruz sevgimizi, oysa dili tutulmaz mı derinden sevenin, sevdiğinin yanında...

Yalnızca bir insanı bile bir kez olsun hakkıyla sevmiş olmak, anlatmaz mı bize zaten bütün insanları sevmenin imkânsızlığını da...



Cuma, Ocak 3

Büyümek


Siz kendi yolunuzdan gidiyorsunuz...

Başkalarının yapıp ettikleriyle ilgilenmiyorsunuz...

Başarılı oluyorsunuz ama kimseyle tartmıyorsunuz kendinizi, yarışa girmiyorsunuz...

Bir ihtirasınız varsa eğer, işinizi kusursuz yapmaya, ona bir artı katmaya dair sadece; diğerlerinden ‘daha iyi’, herkesten ‘en önde’ olmakla alakadar değilsiniz.

Bakmıyorsunuz bile sağınıza, solunuza çünkü işinizin dışında bir hayatınız var ve siz o hayattan tat almayı seviyorsunuz. Sorsalar, mutlu olmayı başarılı olmaya tercih edersiniz.

Kaçıp uzaklaşmayı istediğiniz anlar oluyor hatta. Ne var ki bağlanırken sizin bile farkında olmadığınız bağlarınız var. Artık kolay kolay kopamazsınız, koparamazsınız. Zaten siz yine de hep biraz ‘kaçak’ yaşıyorsunuz. Size ait ‘küçük’ bir dünyada huzur buluyorsunuz. Ne herhangi birilerinin sınırlarından sızmaya niyetiniz var ne onların sizin sınırlarınızı zorlamasından hoşlanıyorsunuz.

Bütün bunlara rağmen bir de bakıyorsunuz hiç aklınıza gelmeyenler gelmekte başınıza. Şaşırıyorsunuz. Gizli hırslarına sizi kurban etmek isteyenler çıkıyor yolunuza; çaktırmadan çelme takanlar, o güne değin ürettiklerinizi gözlerden saklamaya çalışanlar.

Hırs ve kıskançlık, zekâlarını kör ediyor bazılarının, gözleri kararıyor... Ancak o zaman öğreniyorsunuz nasıl tehlikeli olabileceğini, var olmakla yetinmeyip diğerlerini yok etmeye uğraşanların... Fark ediyorsunuz ki kaçmak elinizde değil bazen, kaçmakla kurtulamıyorsunuz dahil olmak istemediğiniz ortamlardan, koşullardan, tartışmalardan. Savunmaya geçme mecburiyetinde bırakıldığınıza öfkeleniyorsunuz en çok ve işin tuhafı yalnızca o durumda kaldığınızda hırslanıyorsunuz siz de.

Halbuki yeteneklerinizi sergilemeden sevilmeyi önemsiyordunuz belki de. Onları görmeden sizdeki değeri sezmesini arzulardınız kıymet verdiklerinizin. Tıpkı yapabilecekken yapmadığınız, reddettiğiniz ya da vazgeçtiğiniz birçok şey gibi. Maalesef ki becerilerinizi sakladığınızda, gün yüzüne çıkarmadığınızda, her özelliğini abartanların âleminde ne derece harcanacağınızı, üstünüze basılacağını, ezilip geçileceğinizi anladınız bir vesileyle. Bu vasfınızdan sizi yaralamak için faydalandıklarına şahit oldunuz. Kaçındıkça içine çekildiğiniz bir girdaba kapılmaktansa yolunuzdan feragat ettiniz kimi de.

Bir de yerli yersiz ne kadar ‘komplekssiz’ olduklarını kanıtlama derdine düşenlere rastlıyorsunuz. Onlar adına utanıyorsunuz zira hiçbir komplekse sahip olmamanın pek de makbul bir hal sayılmayacağına müdriksiniz. Zekâdan, duyarlılıktan gerektiğince nasipsiz, eksiğini algılamaktan aciz kişilere ‘bahşedilmiş’ bir ‘lütuf’la övünmelerinin hikmetini sorguluyorsunuz.

Neden mesela “Batı karşısında aşağılık kompleksi” duymaktan bunca korkuyorsunuz... Bir şeylere gıpta etmenin, onları kendinize de mâletmenin ilk adımı olduğunu niye düşünmüyorsunuz... Doğru ve güzel olanı hayatınıza geçirmek yerine inkâr etmenin kıskançlıktan kaynaklandığını, asıl aşağılık duygusunun burada yattığını niçin kabul etmek istemiyorsunuz...

Gerçek endişeniz küçümsediklerinizi gerçekleştirmek konusunda yetersizlik hissetmeniz olmasın sakın... Oysa pekâlâ becerebilirsiniz, üstesinden gelebilirsiniz ‘kompleksli sanılma’ kompleksinizi yenebilseniz... Kimsenin kimseden, bir toplumun bir toplumdan, bir ırkın başka bir ırktan, bir cinsin diğer cinsten üstün veya aşağı olmayacağına gönülden inanıyorsanız aslında, takdir etmeyi de bilirsiniz ve komplekse girmezsiniz. Onları saklamak uğruna saldırganlaşmazsınız. İmtina etmezsiniz itiraf etmekten.

Komplekslerinizden arınmanın yolu, neyiniz eksikse, neyiniz yoksa, neyiniz yanlışsa onları tamamlamaktan, edinmekten, düzeltmekten geçmez mi hem... Diyelim ki bilgisizliğinizi veya ezilmenizi kompleks edinmediniz, imkânı var mı öyleyse cehaletinizi gidermenizin yahut baskıdan kurtulmanızın...

Herkesi eleştirmeye hakkımız var elbette, kendimizi de eleştirebildiğimiz müddetçe... Bizzat suçlu olmadığımızda da üzüntümüzü belirtmek için özür dilemekten bunca dehşete düşmemiz niye? Teşekkür etmeyi veya özür dilemeyi bir tür aşağılanma saymak hangi komplekslerimizin neticesi?


İnsanız, hepimizin ihtirasları, kompleksleri var... Yeter ki birilerine zarar vermenin değil, gelişip ilerlememizin bir aracı olsunlar...