KARANLIK; IŞIĞIN NEGATİF İYONİZE OLMUŞ İZDÜŞÜMÜDÜR! BAŞIMIZDA KÂİNATIN SARKACI.. GEÇMİŞ - ÂN - GELECEK .. VAROLMUŞ VE OLACAK... BURASI GECE VARDİYASI! BURADA HERŞEY OLASI...

Cuma, Ekim 3

Vulnera omnes, ultima nekat..

'' Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür.."

Salı, Ağustos 26

Kendiliğinden

Bazı benzerlerim gibi ben de dört yaşında olmadan okumuşum. Aile büyükleri önce ezberlediğimi düşünmüşler. Sonra elime farklı farklı kitapları, arkasından da gazeteyi verip yine okuduğumu görünce, "aa, bu okuyor" demişler, ben de mahsucuktan okuyorum, sahi sanıyorlar diye fazla şımarmamışım. Galiba okuma taklidi yaptığımı zannediyordum. Okuduğumu kendim de idrâk ettiğimde yaşım dört buçuğu geçmişti. Sevinçle koşup ağabeyime müjdeyi vermiştim. O da gayet sâkin "evet, okuyorsun" dediğinde çok kırıldığımı hatırlıyorum. Bana, ağabeyim beni önemsemiyor, inanmıyor gibi gelmişti. Nereden bilecektim ki aslında aylardır okuyabildiğimi. Okumayı nasıl öğrendiğimi, ben dâhil tam olarak açıklayabilecek kimse yok aramızda. Öğreten biri olmamıştı çünkü. Erken okumanın ne faydası olduğunu sorarsanız, hiçbir yararı olmadı derim. Sadece şimdi baktığımda bazı kişisel özelliklerimin oluşmasında önemli bir payı olduğu kanısına varıyorum.

Hayatımda her şeyin "kendiliğinden" olmasını bekliyorum hep meselâ. İstiyorum ki nasıl farkında olmadan okuduysam başka şeyler de öyle oluversin. Mücâdele etmeden, uğraşmadan, fıtrattan... Mantıksız görünüyor değil mi? Bence de. Ama zaten söylemeye çalıştığım da bu. Hatalarımın nedenini anlamaya, pek de herkesin geçtiği yollardan geçmeyişimin sırrını çözmeye, soruları başkalarına değil de niye kendime sormayı tercih ettiğimi bilmeye çalışırken, yanıtı biraz da burada buldum sanki.

Daha okula gitmeden okumayı öğrenince, okuma eylemine ayıracak çok vakit oluyor ve evdeki malzeme çabucak tükeniyor. Sen de başkalarınınkine sarmaya başlıyorsun. Komşuların kitapları, esnafın gazeteleri, Lemân hanımın dergileri derken öğrendiğin her bilginin başkaları tarafından da mutlaka bilindiğine inanıyorsun. Kendi bildiklerini onlardan başka kimse bilmiyor zannedenlere de hep şaşırıyor, anlama güçlüğü çekiyorsun.

Merak duygum da sonradan etrafımda görüp tanıdığım kişilerinkine göre farklı yönde seyretti tahminimce. Yanımdaki yöremdeki insanların yapıp ettikleri, özel hayatları beni cezbetmedi. Uzak bir geçmişe ait bilgiler, geleceğe dair buluşlar heyecanlandırdı. Ne var ki bir "tuhaflık" hali de sürdü hep yanıbaşımda benimle. İlgilenmediğim, sormadığım hatta bilmek istemediğim şeyleri hep kendiliğinden anlayıverdim, ille de gelip buldular beni, hatta ayağıma dolandılar.

Her şey kendi kendine olsun istersen bir sürü şey gerçekleşmiyor tabii. Üstelik insanı hayatın pratik yönlerinde eni konu tembelleştiriyor. Bir bakıyorsun bazı şeyleri çok erken yaşamışsın, bazılarında ise fena hâlde geç kalmışsın.

Siz de bir düşünün; ömrünüzün akışı içinde engel olamadığınız, çözemediğiniz kimi durumlar belki de çok üstünde durmadığınız bir olgusunda saklıdır hayatınızın.

Pazartesi, Ağustos 11

Farkındalık

Küçük mutlulukların kıymetini bilmiyor değiliz. Mis gibi kokan bir kahveyi içmenin, bir yaz gecesi yıldızların altında denizi seyretmenin, soğuk ve yağmurlu bir kış günü sıcak evimizde oturup sevdiğimiz bir müziği dinlemenin tadını çıkarıyoruz. Hem de her ânının "farkında" olmaya çalışarak. Tuhaf olan şu ki, aynı şeyleri "farkına varmadan" yaşadığımız günlerdeki mutluluğumuzun şiddetine ASLA ulaşamıyoruz !? Acep, OSHO'nun buna bir formülü var mı; ne der ki Cân'ımın Cân'ı?

Perşembe, Ağustos 7

İnsan Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Neden masal, çizgi film yahut dizilerde çocuklara hep büyülerden, büyücülerden veya gerçekte var olmayan yaratıklardan söz edilir ki? İyiliği de kötülüğü de insanların değil de birtakım başka varlıkların yaptığını sansınlar; bir sorunları çözülmediğinde, kendilerine yardım edilmeyişine üzülmesinler, kızmasınlar, çevresindekilerin "insan" oldukları için ellerinden bir şey gelmediğine inansınlar diye mi? Ya da çok çaresiz kaldıklarında, kendilerini pek yalnız hissettiklerinde ümitsizliğe kapılmasınlar da onları kurtaracak bir sihirin hayaliyle avunsunlar düşüncesiyle mi?

Demek; terazi böyle... İnsan olmanın dayanılmaz hafifliği karşısında var olmanın dayanılmaz ağırlığı... Ne denebilir ki ?

Cumartesi, Ağustos 2

Büyü

Sözün büyüsünün hayatın sihrine karıştığı anlar olur bazen. O an, yaşamınızdaki mutlu veya mutsuz bir gidişatın milâdıdır sanki. Bir kutsal kitabın "Önce söz vardı" demesi gibi "başlangıcı" saklar içinde. Duyduğunuz ilk anda ruhunuza işlemesinin kerâmetini sonradan anlarsınız. Bu sebeple; bir söz şimşek gibi çaktığında ömür çizginizin herhangi bir noktasında, vaat ettiği gözyaşıysa eğer derhâl kaçmalı oradan. İlk sinyal ulaştığında gitmeli olabildiğince uzağa. Bir adım sonrasında çünkü, gözüne ışık tutulmuş bir tavşandan farksız öylece kalakalırsınız, şaşkın ve çaresiz.

Perşembe, Temmuz 31

Hangisi?


Hangisi hayat? Dünyada olup bitenler mi, kendi yaşadıklarımız mı? Yanı başımızda bir savaş çıktığında mı üzülüyoruz daha çok, yoksa sevdiğimiz bir yakınımız hastalandığında hatta öldüğünde mi? Ne zaman sevinçten ayağımız yerden kesiliyor; aşkımıza karşılık bulduğumuzda mı, ülke ekonomisi düzeldiğinde mi? Cevabı belli bu soruları sormak bile yetiyor "esas" hayatlarımızın "küçük dünyalarımızda" yaşandığını anlamaya. Bencilce gözükse de insâni bir duygu bu. Hâsılı ; sevdiklerimiz iyi olsun da tek, savaşlar çıksa, ormanlar yansa da olur. Mu?

Pazartesi, Temmuz 28

Disappearance

Kaybolmalı bazen insan.
Kendi tenhâlığına çekilmeli.
O ıssız karmaşanın içinde gizlice yeniden çoğalmalı, nadasa bırakılmış bir toprak gibi kendi karanlığında bereketlenmeli. Hayatın o her zaman kullanılmayan patikalarında gezinmeli. Eski dostlara rastlamalı orada, yıllarca hiç karşılaşmadığı dostlara, gençliğini bölüştüğü dostlara; alevli bir magma gibi, zamanı yakan tuhaf bir kızıllığın içinde, pikapta cızırdayarak çalan şarkılara eşlik eden seslerini duymalı onların, hıçkırıklarını duymalı, yalnızlıklarını, gülümsemelerini duymalı.


Cesetlerimiz ne olsa toprağın emâneti, ruhları besleyip çoğaltmak gerek. Var olabilmek için kaybolabilmek gerek !


Salı, Temmuz 22

Ziya ve Zulmet


Bir aşk bir de ölüm her şeyi unutturan insana. Ama unutturma biçimleri ne kadar farklı. Birisi her şeye anlam katarken diğeri nasıl da anlamsız kılıyor bütün şeyleri.

Çarşamba, Temmuz 9

Dünyalar

Üzerine düşen ışığa göre renkleri değişen balıklar gibiyim… Her bakışta ve her görüşte bir başka aksim duruyor benim… Kim nasıl, nereden bakarsa öyle görüyor beni; herkes için rengim farklı… Senin gibi… Ve senin baktıkların gibi…

Bu karmaşa, geçmişten gelen bir anı gibi uysal, bardağının dibinde kurumuş o son şarap damlası kadar yitik… Ama en yitik anında bile, okuduğun şu yazıyı oluşturan harflerin her biri kadar anlamsız ve o harflerin bütünü kadar da anlamlı bir yandan.

Ben baktığın kişi değilim, biraz kendini zorlayıp daha dikkatli, daha araştıran gözlerle “görmeye” çalıştığın ya da… Kiminin düşündüğü o nazik ve incelikli kişi değilim ya da o kaba, umursamaz kadın… O yalnızlığın meftunu ya da kalabalıkların her daim… Ben o değilim. Ve biliyorum ki hemen hiçbirimiz o değiliz; ne ben, ne sen, ne de gözlerinin arada bir sen farkına bile varmadan dalıverdiği bir başkası…

Benim içimdeki dünyalar gibi bir sürü dünya var senin içinde de; özenle sakladığın, dikkat çekmesin diye en gösterişsiz paketlere sardığın bambaşka dünyalar; o dünyaların içinde seni sen yapan ve yapmaya devam edecek olan kim bilir hangi ihtiraslar, hangi hırslar, hangi kıskançlık ve sırlar var… Biliyorum bunu ve bu yüzden gerçekten tanıdığıma emin olmadığım birine baktığım zaman onun hakkında hiçbir hükme varmak için çabalamıyorum.

Senin bana bakan gözlerindeki yansımanın arzına yerleşip, o yansımayı oluşturuvermiş öz değilim ben ve bundan da kötüsü kendi içimde de tek değilim; senin görmediğin, bir türlü görmeyi başaramadığın tek bir dünya yok benim içimde; dünyalar var. Dışarıdan baktığında tuhaf yıldız kümeleri, galaksiler ki kimi -bir anlığına bakabilmiş olsan da- gözlerini kamaştıracak kadar parlak, kimi varlığını önüne sersem de seçemeyeceğin kadar sönük…

Hermann Hesse’nin bir romanında dediği gibi “En naifi de içinde olmak üzere hiçbir ben gerçekte bir bütünlük taşımaz, her ben çok yönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük bir gökyüzüdür, çeşitli biçimlerden, aşamalardan, konumlardan, değişik kalıtsal öğelerden ve değişik olanaklardan bir karmaşadır.” Düşünüyorum da bir bedende bir çok ruh ve her bir ruhun içerisinde bunca iklim devinip durmasaydı... ne olurdu ?

Pazartesi, Haziran 9

Yekpâre

İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı; kimbilir kaç yaşlarındaydım? Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım.

Hayattı; yekpâreydi. Her şey, bir şeydi.

Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, akşam ebesi oyunu sol gözümün kıyısına sevimli bir dikiş izi iliştirirken, elimizi arı sokarken, ödünç alınan bisikletten düşüp dizlerimizi kanatırken, komşu bakkalın sigara kuyruğunda yakalanmanın yahut top oynarken kırdığımız camların bedelini öfkeli bir elin parmakları arasında ovuşturulan kulaklarımızla öderken, hep canımıza bir şey olurdu; hissederdim. Ama acıya dâhil değildi yine de bunlar.

Hayattı, yekpâreydi işte.

ZAMAN, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, ACI ise o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı.

Oysa o zamanlar, dünya geniş ve ılıktı.

Ve biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik.

Kimbilir, bu hâle nasıl geldik?

Salı, Mayıs 27

Sobe

Hâlâ saklambaç oynayan çocuklar var mı, bilmiyorum. Lâkin yetişkinlerin "oyunlarını" gördüğümde kimi zaman, "sobe" dememek için kendimi güç tutuyorum. Hiçbir sözcük durumu ondan daha iyi ifade edemiyor çünkü o hallerde.

Senin sanki beni düşünüyormuş gibi gösterip "yardımıma" çağırdığın, aslında kendi gözünün önünde olmasını istediğin "suç ortağın"... SOBE.

Sen, yerine geçmek istediğin kişinin yakınlarıyla, "içeriden" bilgi sızdırmak için dostluk ediyorsun... SOBE.

Sen, ancak bizim çözebileceğimize inandığın bir sorunun olduğunda arıyorsun bizi... SOBE.

Senin bana yaklaşman benim vasıtamla bir başkasına ulaşmayı tasarladığından... SOBE.

Sen, kimsenin şahit olmadığı anlarda sinsice sokuşturduğun sözlerin ve davranışlarınla sonunda zıvanadan çıkarttığın insanı o haliyle kalabalıklarla karşı karşıya bırakıp, en masum yüzünü takınarak çekiliyorsun geriye...SOBE.

Sen, istediklerini elde etmek uğruna başlangıçta her sözü verip sonra kıvırttığında buna "aşk" gibi, "özlem" gibi bahaneler uyduruyorsun... SOBE.

Sen, beni aldattığın kişiyi bana sevdirmeye uğraşıyorsun... SOBE.

Sen, birisini çok özel bulduğundan söylediğin hissini verdiğin sözleri herkese söylüyorsun... SOBE.

Sen, kendi çıkarına olan şeyleri karşındakinin iyiliği için yapıyormuş kisvesine büründürüyorsun... SOBE.

Sen, âlicenap tavırlarını etrafındakileri hükmün altına almak gayesiyle sürdürüyorsun... SOBE.

Sen, varlığının seni gölgede bıraktığını sezdiğin hemcinsini karalamaya, bulunduğun ortamdan uzak tutmaya çabalıyorsun... SOBE.

Sen, birisine haset gittiğinde ona dair tatsız yakıştırmalar yapıyorsun... SOBE.

Sen, senin tutumun yüzünden mutsuz olan birinin mutsuzluğuyla dalga geçiyorsun... SOBE.


Çocukların mâsumâne "çanak çömlek patlatmalarına" benzemiyor büyüklerin hesaplı, planlı kandırmacaları. Hayat saklambaç oyunundaki sâfiyeti taşımıyor. Bir kez "ebe" olduysanız hep öyle kalmanız bekleniyor. "Gözlerinizi kapatıp sayın" diyorlar : Bir, iki, üç... beş... on... Hiç bitmiyor bu, bir karabasan gibi sona geldikçe yeniden başa dönülüyor; bir, iki... beş...

Biz sayıyoruz; onlar bilmediğimiz bir oyunu oynamaya devam ediyorlar.

"Önüm, arkam, sağım, solum SOBE!" diyorum ve ben bu oyunu bırakıyorum.

Cumartesi, Mayıs 24

Silgi

Baş dönmesi gibi bir şey...
Ayağınızın altından yerin çekilmesi...
Bir toprak kayması... Bir deprem...
Hiç beklemezken, güvenini kaybetmek böyle bir his olmalı...

Kendine ya da başkasına, hatta belki bir şeye, orası pek önemli değil... Yarattığı sarsıntı, açtığı boşluk, geride bıraktığı huzursuzluk, endişe ve güçsüzlük hali sizi bîtap düşüren.

Şuursuzca bir paniğe kapılmak önce, tam ne olduğunu anlayamadan. Sonra tutunmaya çalışmak, tekrar "normalleşme" çabası... Ve "sendeleyerek" doğrulduğunuzda, artık içinizde yer etmiş o buruk "bilgi". Dimdik yürüdüğünüzde, sapasağlam bastığınızda, en kunt duvarlara dayandığınızda bile aniden yoklayan "yine olabilir","her zaman olabilir","daha da fenası olabilir" duygusu.
Unutmak onun için güzel bazen. O yüzden hoş, yepyeni bir sayfa açtığını düşünmek. "Başka bir hayatın" kapısını aralayacak işlere yönelmek, önceden görmediğiniz diyarlara yolculuk etmek, farklı çevrelere girmek, değişik hobiler edinmek hep bunu için. Her birinden umduğunuz, bir "silgi" olmaları değil mi esasında? Bütün kötü anıları silecek türden...
Peki, yeryüzünün en tesirli "silgi"si ..?

Perşembe, Nisan 10

Sıkıldım

Hiç büyütemediğimiz bir çocuğumuz var da tam yürümeye başladığına sevinirken, o yeniden emeklemeye başlıyor ve bu durum bitip tükenmeden tekrarlanıyormuş hissi veriyor bana Türkiye'de yaşamak...

Toplumdaki geleceğe dair endişelerin, belirsizliklerin şu güzelim bahar günlerinde bile kurtulamadığımız, üzerimize çöken ağırlığından sahiden bunaldım.

Kafkaesk bir romanın kâbuslu hayatları hüküm sürüyor sanki ömrümüzün sayfalarında. Ve ben bir hikâyenin, her defasında aynı haberleri alan kahramanı olmaya benzemekten sıkılıyor,bir zaman sonra bu sıkılma eyleminden de sıkılıyorum.

Gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyin bana doktor; ne olacak bu memleketin hali?

Pazartesi, Ocak 21

Geçmiş...


Kimleri bıraktınız geçmişte, aldıkları hangi yaralarla kanlar içinde yatıyorlar orada? "Geçmişim" diyerek uzun uzun bahsedebildiğiniz bir zaman dilimine sahipseniz şayet ve bir keşiş, bir manastır rahibi ya da bir sûfi değilseniz; dünya işlerinden elinizi eteğinizi çekmediyseniz tam anlamıyla, siz de biraz vicdan azabıyla, biraz pişmanlıkla, tuhaf bir inanamazlık haliyle anıyor olmalısınız o günleri; uzun bir geçmişe sahip olup da elini, ruhunu, aklını kana bulamayan biri yoktur çünkü...

Hepimiz yalancıyız biraz, hepimiz küçük birer tanrı sayıp kendimizi başkalarının hayatlarını yönetmeye meyyaliz ve tanrının davranışlarını bile zaman zaman sorgularken, tanrı olmakla da uzaktan yakından bir ilişkimiz olmadığı için, oldukça yüksek bir "hata yapma potansiyeli"ne sahibiz; hata yapıp başka hayatları bir süreliğine de olsa orta yerinden kırıp parçalara ayırma, sakatlama, birilerinin canını yakma, birilerine acı verme potansiyeline...

İnsan olmak biraz da cellat olmaya benziyor bazen, geride birileri kalırken, o zamanlarda ve biz hayatın bir başka yanına, bir başka ânına, getirdiği bir başka insana doğru yelken açmışken, inanılmaz bir kayıtsızlık ya da şartların yarattığı bir mecburiyet hissiyle; farkında bile olmadan ellerimizde tuttuğumuz bir kürekle toprak atıyoruz durmadan birilerinin - birşeylerin üstüne...

Perşembe, Ocak 17

Güle Güle Gülmezcesine...


Siz ışığa, biz karanlığa ve sic transit gloria mundi, ha..?