KARANLIK; IŞIĞIN NEGATİF İYONİZE OLMUŞ İZDÜŞÜMÜDÜR! BAŞIMIZDA KÂİNATIN SARKACI.. GEÇMİŞ - ÂN - GELECEK .. VAROLMUŞ VE OLACAK... BURASI GECE VARDİYASI! BURADA HERŞEY OLASI...

Pazartesi, Temmuz 7

Mahkûmiyet

 
Her birimiz kendimize mahkûmuz...

Bütün özgürlük çabalarımız, isyanlarımız, itaatsizliklerimiz, bağlanma korkularımız başkalarına karşı...

“Hür olmak” deyince anladığımız, bizim haricimizde birilerinin otoritesinden, arzularından, kurallarından, kısıtlamalarından, şartlarından hatta yaşantısından bağımsız olabilmek ve ayrı durabilmek...

Bir ömür esaretine katlanmamız gereken tek insan: kendimiziz halbuki; ne kadar değişsek ne kadar genişletsek sınırlarımızı, farklı şeyler denesek ve hissetsek, içimizde saklı duyguları keşfetsek, bambaşka davranış biçimleri geliştirsek yine de dışına adım atamayacağımız ‘hapishane’miz bizzat BİZ(!)iz.

Aşk bu yüzden böylesine değerli belki de gözümüzde... Çünkü aşk sevmek değil, ‘o’ olmak... Bizi bizden kurtarıyor, aniden kırıveriyor ‘parmaklıklarımız’ı... Birdenbire ‘ben’ olmaktan çıkarıp ‘o’ yapıyor. En büyük tutsaklığımızdan bizi sanki aşk kurtarıyor.

Ne zaman çok bunalsak bu tutsaklıktan aşka kaçıyoruz farkına bile varmadan... Aşk tamamen eline geçirdiğinde ise bizi, paniğe kapılıp bu yeni mahkûmiyetten, tekrar dönmeye çalışıyoruz ‘hücre’mize...

Neyi neden yaptığımızı bilemiyoruz bazen, başkalarına söz geçirdiğimiz kadar dahi hükmedemiyoruz benliğimize... Kendi seçmediğimiz şeylerle şekillenip, seçimlerimizle istediğimiz şekli vermek istiyoruz yaşamımıza...

Heep acemisiyiz hayatın...
 
Verdiğimiz bir kararın yanlışlığını sonradan yaşadıklarımıza bakıp anlıyoruz. Ne var ki tam aksi yönde bir karar almış olsaydık onun doğru olup olmayacağını test etme şansımız da yok, neticesini göremediğimiz için.

Bizi kâh tutan, engelleyen kâh serbest bırakan, peşinden sürükleyen içimizdeki sistemin nasıl işlediğini çözemiyoruz... Ruhumuzun coğrafyasındaki çöllerin, denizlerin, engebelerin kapladığı yüzölçümü malûm değil bize... Issız çöllerinde kaybolduğumuz da oluyor, engin denizlerine açıldığımız da... Aşıp geçtiğimiz dağları da var, tırmanamayıp yuvarlandığımız tepeleri de...

Severken söyleyemediğimiz, söylerken sevemediğimiz varsa niye? Niçin dudaklarımızdan hiç düşünmediğimiz kelimeler dökülüyor içimizden geçenlerin yerine? Tercihlerimizi belirleyen ne? Duygularımızın esiri olmayalım derken, duygularını yaşamasına izin verilmeyen bir esire dönüşüyoruz kimi de... En çok korunmaya uğraştığımız neyse, ondan korunduğumuz için ödüyoruz en ağır bedeli... ‘Hudutlarımız’ ihlal edilmesin diye öyle kalın duvarlar örüyoruz ki önce biz çarpıp geriliyoruz ve geçemiyoruz ötesine...

Yeryüzünde bizi tahdit eden hiçbir şey bırakmasalar, hepsini kaldırsalar ortadan; bize karşı ‘kapıları’ açılmayan hiç kimse kalmasa, hayatımızda şimdikinden pek de fazla bir şeylerin gerçekleşmediğini görüp şaşırırdık büyük ihtimalle.

Öyle ya; neydi “gel” dediğinde o, gitmememizin sebebi... Kimdi alıkoyan en arzuladığımız şeyi yaşamaktan... Neden sürmedi o güzel macera... Kim susturdu, söyletmedi yüreğimizdeki sesi... Sorumlusu var mıydı onca bariz işareti anlayamamamızın...
Hangi sâikti yolumuzdan döndüren bizi... Elimizde olduğu halde nasıl oldu da gelmedi elimizden, bugün yapmadığımız için pişmanlık duyduğumuz şey... Hatırlıyor muyuz kabullerimizi yahut vazgeçişlerimizi dayatan birilerini... Bahanelerimizin, mazeretlerimizin kaynağını tespit edebiliyor muyuz...

Kendimize mahkûm olarak geliyoruz dünyaya; her geçen gün büyütüyoruz mahkûmiyetimizi, biriktirdiklerimizle, harcadıklarımızla, öğrendiklerimizle, anıldıklarımızla.

 
Tecrübelerimizle, korkularımızla, sevgilerimizle, nefretlerimizle, hoşlandıklarımız ve hoşlanmadıklarımızla, bildiklerimizle ve bilmediklerimizle örüyoruz duvarlarımızı.

En çok kendimizin karşısında güçsüzüz... Elimiz kolumuz bağlı, boynumuz kıldan ince eğer direniş bizim içimizden yükseliyorsa... Ve hiç anlayamıyoruz, olmasını en çok dilediğimiz şey başımıza geldiğinde kapıldığımız telaşı... En güçlü tereddütleri, dualarımızın cevap bulduğu anlarda yaşadığımızı...

Hayallerimiz hayal olarak kaldıkça memnunuz da gerçeğe dönüştüklerinde taşıyamamaktan endişe ediyoruz galiba... Yitirip de üzülmeyi göze alıyoruz, kazanırsak uyum sağlayamayacağımızdan çekinip... Alışkanlıklarımızdan sıkılıyoruz fakat daha da sıkı sarılıyoruz onları terk etme imkânı doğduğunda...

İsabet etmesinden kaygılanıp ıskalayınca rahat nefes aldığımız şeyler var, neredeyse kasten hedef saptırdığımız... Huzurundan olmaktansa mutluluktan ödün verenimiz de oluyor, heyecan uğruna bir sevginin derinliğinden yoksun kalanımız da...

Yasaklarla, manilerle, zorlamalarla, baskılarla savaşıp yenmek ya da esnetip gevşetmek mümkün ama herhalde ASIL ZAFER; kendimize mahkûmiyetimize rağmen isteklerimize kavuşabilmek.


Kİ; BEN BU-NA "ÖZGÜRLÜK" DİYORUM İŞTE!
 
 

Pazar, Haziran 22

Değmez Mi-ş


Eve geliyorsunuz.

Masada sabahtan kalma boş bir çay bardağı duruyor belki. Koltuğun üzerine içi dışına çevrilmiş bir gazete atılı. Sehpadaki minik küllükte gece içilmiş sigaraların izmaritleri.

Aceleyle çıktığınız için toplamaya fırsat bulamadığınız yaşam izleriniz. Başka bir günde olsa içinizi ısıtacak işaretler. Evinizde olmanın huzurunu hissettirecek minik ayrıntılar.

Öyle bakıp geçiyorsunuz. Her zamanki köşenize alışkanlıkla bırakıveriyorsunuz gövdenizi. “Değmezmiş” diyorsunuz. İçinizden mi geçiriyorsunuz, sesli mi söylüyorsunuz önemi yok. Üstüste tekrarlıyorsunuz ama. Değmeyen şeyin ne olduğunu yalnız siz biliyorsunuz.

Acıdan çok bir anlamsızlık, üzüntüden çok bir boşluk duygusu artık içinizdeki. Telefonunuz çalıyor. Sıkılıyorsunuz. Açmakla açmamak arasında tereddüt ediyorsunuz. Kimseyle konuşmak gelmiyor içinizden. Ne sizi arasınlar ne siz birilerini arayın istiyorsunuz. Hiçbir şey yapmıyorsunuz. Üstünüzde büyük duygusal çalkantılardan sonra yaşanan o yorgunluk hali. Benliğinize hâkim olan bir isteksizlik. Karnınız dahi acıkmıyor. Havanın karardığını parmaklarınızın arasında yanıp duran sigaranın ateşinden anlıyorsunuz. Kalkıp ışığı yakmaya üşeniyorsunuz.

Çok kederli çok yıkılmış değilsiniz... Sadece küçük mutluluklarınızın sizi terk ettiğini fark etmenin kırgınlığını yaşıyorsunuz. Akşam eve döndüğünüzde sevdiğiniz bir müziği dinlerken, ayaklarınızı uzatıp birikmiş dergilerin sayfalarını karıştırmak zevk vermiyor nicedir. Damağınıza uygun alaminüt bir şeyler hazırlayıp ekranın karşısında hoşunuza giden bir programı seyrederken atıştırmaktan tat almıyorsunuz. Televizyonunuzu açmıyorsunuz bile. Yemekten sonra balkonda oturup sigara eşliğinde çayınızı yahut kahvenizi içmenin eski hazzı yok.

Saatlerdir aynı yerde, sessiz ve kıpırtısız, tuhaf bir boşvermişlikle oturup kalmışsınız. Yalnızca o “meşum” kelime hiç susmadan uğulduyor başınızın içinde: “Değmezmiş” 

Mutsuzluktan içinizin katıldığı zamanları hatırlıyorsunuz. Nasıl ıstırap çektiğinizi... Yüzüstü kapanıp geceler boyu ağladığınızı... Ve sonrasında her şeye rağmen sizi ayakta tutan o “yaşadıklarım katlandığım bu müthiş acıya değerdi” hissini...

Oysa şimdi ne kadar pişmansınız... Yaşamadıklarınızı, reddettiklerinizi, vazgeçtiklerinizi, harcadıklarınızı, kaçırdıklarınızı düşünüyorsunuz... Daha önce umursamadığınız onca şeyi... Değmezmiş çünkü, bunu yeni öğrendiniz...

Anlatsanız, dostlarınız “değer mi bunun için kendini hırpalamaya” derler, biliyorsunuz. Zaten asıl bu yüzden üzülüyorsunuz... Biten bir güzelliğin geride bıraktığı hüzün meğerse ne hoş bir halmiş, mumla arıyorsunuz...

İçinizde oluşan şu boşluk tüm duygularınızı yutmuş sanki... Öfke, elem, nefret, hınç, yeis gibi şiddetli olanları değil sade; en ufak keyifleri, ilgileri, heyecanı, neşeyi, ferahlığı hatta... En beteri hayallerin ve ümidin de kaybolması o boşlukta... Aşkın, sevincin, coşkunun, arzunun, başarının getirdiği doyumun, mutluluğun oksijensiz kalıp ölmesi adeta...

Bütün bunları düşünmeyecek kadar bezginsiniz... Dertli de sayılmazsınız, dertlenemeyecek ölçüde usanmışsınız...An gelip bir şeyler “kıpırdanacak”, şöyle bir silkeleneceksiniz elbette; henüz o vakitte değilsiniz... 

Esas fenalık benliğinizde yer edecek şüphede... Bundan böyle kolayca kapılmayacaksınız, teslim olmayacaksınız sizi çeken ne varsa... Bir fren izin vermeyecek hiçbir duygunuzun çok fazla coşup kabarmasına...

Hep devrede kalacak o “alarm” sizi hüsrandan koruyacak lâkin katıksız bir mutluluğa da mani olacak...

Buna sebep olan neyse ya da kimse sitemi bile gereksiz buluyorsunuz...


Usulca kıvrılıp rüyasız bir uykuya dalıyorsunuz...

...

Cumartesi, Mayıs 24

Mutsuzluğun Adları

Bana “mutsuzluğun diğer adı ne” diye sorsanız, “mecburiyet” derim.

Kayıpları, ayrılıkları; bütün o birdenbire yere çakan, yakıp kavuran, lime lime parçalayan büyük acıları dururken hayatın, onu mecburiyetle eşdeğer tutmayı mutsuzluğa saygısızlık sanmayın.

Her ne sebeple olursa olsun istemediğiniz işleri yapmaya, o işlerin gerektirdiği birtakım koşulları arzu etmeseniz de yerine getirmeye, hoşlanmadığınız insanların olduğu ortamlarda bulunmaya, sürdürmekten memnun olmadığınız ilişkileri devam ettirmeye, gönülsüz tanıklıklara zorunlu olmaktır bazen de ve o işlerden, o yerlerden, o kişilerden uzaklaşamamak, kaçamamak, usul usul törpüler yaşama sevincinizi, müzminleşir can sıkıntınız, canlılığını yitirir duygularınız, mutsuzluğun öteki yüzünü tanırsınız.

En şiddetli acılarla sarsılırken, en derin yaraların ıstırabını çekerken bile eğer hayata dair umutlarınız tükenmemişse, hâlâ hayal kurabiliyorsanız, bütün yıkılmışlığınıza rağmen mutsuz bir insan sayılmazsınız. Acılı, dertli, yaralı denebilir size ama mutsuzlukla yaftalanamazsınız.

Herkes bilir, mutluluk süregiden bir duygu değildir, zaman zaman hissedilir. Mızmız, sünepe, silik, âdeta yaşamınızın dokularına işlemiş bir ruh hali olarak mutsuzluk ise kronikleşir. Sorumluluk demiyorum, üstüne basa basa zorunluluk diyorum; aralarındaki muazzam farka dikkat çekerek. Ölüm vurgunlarının, aşk yangınlarının, ayrılık sancılarının harap etmesine benzemez, yapınızın ‘temel direklerine’, duvarlarına sinmiş sinsi bir rutubet gibi işler içinizde.

Farkında olmak diğer çehresidir mutsuzluğun.

Bilmek mi, anlamak mı, sezmek mi, artık her ne isim verirseniz ona, farkındalığın mutlulukla ters bir orantısı vardır sanki. Biri çoğaldıkça diğeri azalır. Belki de bu denklemin kendini kandıramamakla bir ilişkisi olmasındandır.

Öğrenmek istemediklerinizi öğrenmek, görmek istemediklerinizi görmek ve hepsinden ağırı, bu durumun yahut bu konumunuzun devam etmesidir mutsuzluk bir de.

Yani gidememektir mutsuzluk...

Gidememeyi kendinize yakıştıramamaktır.

Hele ki alışkınsanız gitmeye, gideni takip etmemeye ve kaçmaya size huzursuzluk veren her yerden, her şeyden, her insandan.

Mutsuzluk alışkın olduğunuz şekilde davranMAmaktır...

Ne doğru bir teşhistir, “gördüğünden aşağı düşmektir” en başta. Hem de buna bağlıysa şahit olmak istemediklerinize şahit olmanız, bu yüzdense uzaklaşamamanız bulunduğunuz ortamdan...

Gerçek kırgınlığınızı anlatamamaktır mutsuzluk, anlatsanız anlamayacağını görmektir buna sebep olanın.

Hiç aldatmayın kendinizi, mutsuzluğun adı bizzat yaptığınız aptallıklardır. Akıl edemediğinizden değil hem, zekânıza rağmen, bile bile yaptığınız aptallıklar... Hani o aptallığınızla övündüğünüz... Akıllı değil zeki insanların güveniyle, coşan duygularınızın seline kendinizi korkmadan bıraktığınız aptallıklarınız. O aptallıklar, aptallık oldukları ortaya çıktığında dahi mutluluğunuzun aslî nedeni olabilirler aslında. Ancak arkasından mecburiyetler, zorunlu tanıklıklar, istenmeyen tanışıklıklar, hoşlanmayacağınız şeylerden haberdar olmalar ve gidememeler gelirse, mutsuzluğun adını çok kolay koyarsınız.

Ya o tek bir aptallık, bütün dengeleri altüst ettiyse yaşamınızda... Sırf bunun için başka aptallıklar yaptırıyorsa size vicdanınız?

Hayatınızı, tüm mahkûmiyetlerden, mecburiyetlerden kurtaracak, sizi mutluluğa götüreceğinden emin olduğunuz adımı bu sefer duygularınıza karşın, iradenizi kullanarak atmıyorsanız... Üzülmeyi, üzmeyi göze alıp, geçmişteki hatanızın vebalini, o yanlışta hiç dahli olmayan birine yüklemeye razı olmuyorsanız, aptallık diyemezsiniz, eski aptallığınızın bedelidir ödediğiniz.

Mutsuzluk o bedeli ödemeniz değildir asla...

Yaptığınız aptallığın bir bedel ödemeye değecek olmamasıdır!
 

Perşembe, Nisan 3

İki Yabancı



Kim, bir zamanlar çok yakın olmuş iki kişi kadar yabancı olabilir ki birbirine…

Bu kadar ağır, derin ve koyu bir yabancılığı başka kim hissedebilir yekdiğerine…


Yolların ayırdığı, yılların ayırdığı zamanlarda bile asla duyumsamadığınız o ürkütücü mesafe, o yüreğinizi donduran soğukluk nasıl yerleşir aranıza… 


Bakışlarınız karşılaştığında neden karanlık bulutlarla kaplanır gözleriniz, niçin öylesine sert bir rüzgâr eser de üşür içiniz… 


Artık ne o size güvenir ne siz ona güvenirsiniz ve gerçek güvensizlik birine güvenmemek değil o birinin size güvenmediğini bilmektir…


Bu güvensizliği yaratan birbirinize dair kanaatlerinizin değişmesidir; biriniz ötekinin söylediğiniz yalanı anlamayacağını, anlarsa da hâlâ ona hoşgörü göstereceğini sanarak yanılmıştır, biriniz doğruyu söylediğinizde öbürünün bunu anlayacağını ve hak vereceğini umarak belki de… 


Beraberken söylenen yalanlardan çok daha fazla yaralar insanı ayrıyken söylenen yalanlar halbuki… Çünkü içinde bir kendini savunmadan, karşı tarafı avutmadan ziyade karşısındakini küçümsemeyi saklar…


Böyle durumlarda iki çift göz aynı anda açılır, bakarlar ki ortalarında çok büyük bir uçurum vardır; onlar o uçurumun iki ucunda şimdi iki yabancıdır…


Hayretle süzerlerken birbirilerini, içi burkulur birinin, öfkelenir beriki… Öfkeli olan muhtemel ki “ne hakkı olduğunu” düşünür diğerinin onun hayatına “karışmasına”… Bilmez ki zaten esas mesele, istemeden “o hayata karıştırılmış” olmasıdır kırgın görünenin… Kesin olan her ikisinin de zamanında yanlış değerlendirmeler yapmalarıdır karşılıklı… Birincisi zekâsına sonsuz güvenip sevdiğinin, tek söz etmeden bile kavrayacağına inanmıştır her şeyi… İkincisi ise fazlasıyla “saf” bulup kendisini seveni, kaale almaz onun sezdiklerini, sanır ki o rıza gösterecektir her role, ona biçtiği… 


Duygularını güçlü yaşayanlar hep biraz “naif” bulunur. Oysa zekâ yoksa duygular yoktur, ne kadar zekiyse insan ancak o kadar duyguludur… Ama zekâ parlak ışığını duyguların kontrolüne mutlaka vurur… Doludizgin saldırmaz, için için kaynasa da dışarıya serin durur…


Hiç tanımadığınız, hiç tanışmadığınız, âdetlerinden habersiz olduğunuz, dilini bilmediğiniz kimselere hissettiğinizden dahi daha keskin bir yabancılıktır yaşadığınız… Zira yabancılık bir halin öncesini belirlemez, aslında sonrasıdır… İrtibatınız olmamış herkes potansiyel bir yakınlık ihtimali taşır… 


Yakınlığın ardından doğan uzaklık fakat, gittikçe açılan doldurulamaz bir boşluktur… İki insan arasında olabilecek en büyük yakınlık tadılmış ve nihayete ermişse, atılan adımlar kaçınılmaz biçimde aksi istikametlere doğrudur… 


Sıcak hisler kalmışsa geride, galiba bunu korumanın yolu istemediği konumlara çekmemektir birbirini ve denememektir neleri kaldırabileceğini…


Biten bir şey yeniden başlamaz, aynı şey iki kere yaşanmaz… 


Sevgi biter güven kalırsa yabancı olunmaz yine de, sadece güven zedelendiğinde ılık duygular yüz tutar serinlemeye… Konuşurken sözler sanki havada asılı kalır… Her sözün arkasında farklı ve maksadını aşan bir anlam aranır… Yavaş yavaş söner ışıkları, tenin altından çok derinlere inip kaybolur bir yerlerde duygularınız…


İlkönce bakışlar yabancılaşır, kurulaşır kelimeler…



İki yabancısınızdır artık, bir daha aynı dilden konuşamazsınız…


Pazartesi, Mart 24

Son -Suz

Başlangıçlar ve bitişler birbirinden apayrı şeyler değil.

Başlangıç anlarıyla birlikte başlıyor aslında sona doğru gidişler de. Başlamak bir tedirginlik, bir tereddüt taşısa da umutlar, heyecanlar, hevesler, arzular, coşkular barındırıyor içinde. Bir doygunluk yaratsa da, hatta bazen bir ferahlık hissi uyandırsa da, bitişlerde bazı hüzün, bazı keder, bazı da başarısızlık duygusu ağır basıyor.

Başlangıçları hep çok önemsiyoruz fakat sona ererken bir şeyler, niyeyse aynı özeni göstermiyoruz. Oysa onlarla değerlendiriyor, onları hatırlıyoruz, her ne ise, hep daha çok.

Bir bebeğin doğumuyla yaşanılan sevinç unutuluyor zamanla ama bu dünyadan göçerken bir insan, bıraktığı izlenimler kalıyor aklımızda. Âşıkların, bir sevda yeşerirken sergiledikleri tavırlar, ayrılıklarda takındıkları tutumlarla silinebiliyor. Bir işin başındaki karşılıklı beklentiler, sonuçlarına göre bir anlam kazanıyor ancak. Vaatlere bakarak anlaşılmıyor, neticeler belirliyor performansları.

Öyleyse neden esirgiyoruz hak ettiği itinayı bitişlerden? Niçin, boşvermişlikle, ilgisizlikle, usançla ve onların doğurduğu bir nezaketsizlikle hırpalıyoruz hayatımızın bu dönüm noktalarını? İlkler kadar sonları da saklamıyor muyuz sanki kişisel tarihimizde?

“Boş bir levha” hiç yok belki de; “beyaz bir sayfa”, zannettiğimiz gibi ‘yepyeni’ olmayabilir. Genetik kodlarımızla doğuyoruz hepimiz zira, ‘temiz bir kâğıtta’ kim bilir hangi ağacın dokuları hayat sürüyor... Bir devamlılık var şüphesiz, başlayan hiçbir şey bitmiyor; değişiyor yalnızca.

Ayrılıklara, vedalara, uğurlamalara, beraberlikler, merhabalar, karşılamalar olmadan varılmıyor.

Küskünlüklerimiz dahi, tanışmadığımız, bir şeyleri paylaşmadığımız, ortak anılar yaşamadığımız kimselerle olmuyor. Yaşam belirsizliği sevmiyor, muallakta kalmak insan tabiatına uymuyor; bitkisel bir hayata benziyor böylesi biraz da. Sonların kıymetini sezdiriyor bize.

Sonlardan kaçamıyoruz. Kaçınılmaz olanı kabullenmekten başka çaremiz yok. Mühim olan bu kabulü nasıl gerçekleştirdiğimiz. Hayatımıza aldıklarımıza hayatımızdan çıkarken ne şekilde davrandığımız. Gülümseyerek kapılarımızı açtığımız misafirlerimizi yolcu ederken, aynı hassasiyete sahip olup olmadığımız.

Henüz yaşamımızın herhangi bir alanına nüfuz etmemişken, duyarlılıklarımıza dokunmamışken, çıkarlarımıza değmemişken birileri ya da bir şeyler, düşünceli, incelikli, hoşgörülü olabilmek çok kolay. Zor olan, yakınlaşmalar peydah olduktan, sınırlarımız karıştıktan, paylaşımlar çoğaldıktan sonra, gerektiğinde kabalaşmadan, çirkinleşmeden, geçmişe ihanet etmeden noktayı koyabilmek.

Başlatmaktan, sürdürüp götürmekten daha yüce bir erdem bitirmeyi bilmek. Birisi hakkında doğru hüküm verebilmemiz, onun ayrılıklardaki, bitişlerdeki, sonlardaki yaklaşımlarını görmemizle mümkün.

İsterse aşk olsun, isterse iş olsun, isterse arkadaşlık veya dostluk olsun, bir ayrılık halinde ne türlü nahoşluklarla yüz yüze gelebileceğimize dair kuşkularımız varsa, yol yakınken dönmekten, başlamadan bitirmekten çekinmemek hayrımızadır büyük ihtimalle.

Galiba, bir sevgili, bir eş, bir iş arkadaşı, bir ortak seçerken, onunla beraberliğimizi yürütüp yürütemeyeceğimizden önce, gün olup da şayet lazım gelirse, güzellikle ayrılıp ayrılamayacağımızı tartabilmekte marifet.

Yalnız başkalarını değil kendimizi de herhalde en iyi bitişlerde tanıyoruz. Hayal kırıklığı, menfaatimizin bozulması, kırgınlık, gönül yarası bizi biz olmaktan çıkarıyor mu; yoksa kayıplarımıza, acılarımıza, kızgınlığımıza rağmen vazgeçmeyi, zarar vermemeyi, itidalimizi muhafaza etmeyi başarabiliyor muyuz...

Aşk bitince dostluğu da umursamamayı, evlilik sona erince saygısızlığı, arkadaşlıkların ardından düşman olmayı, ortaklıklar çözülünce aleyhte bulunmayı mubah mı görüyoruz yoksa... Hakaretlerle, tehditlerle, mahremiyetleri ve sırları ifşa etmekle, yalanlarla, iftiralarla, sizinle yola devam etmek istemeyeni bırakmamakla, yalvarmakla, onurunuzu hiçe saymakla son buluyorsa ilişkiler ne manası kalır ki en güzel başlangıçların bile...

Nihayetler de emek istiyor en az başlangıçlar kadar...

Bundan imtina etmek hayatımızda açılan her yeni sayfayı en başından kirletmek demek...

Bir leke bulaştırmaktansa bitişlere, gözyaşlarımızla yıkamaktan korkmamak gerek...

Neyleyim ki; k o r k u y o r u m  !

Zihnimdeki bilgilerin idrakine âciz, suflî bir benliğin hamallığı ile mağaramda öylece korka korka ateşi seyrediyorum.

Bu bendeki benden "insan" çıkmaz; ki bunu bellemiş ise zihnim, gayrı gerisine kayıt tutmaz...




Cuma, Şubat 14

Zorlama ile olmuyor...



“İnsanları çok seviyorum” diyor...

Olur olmaz bir yerde, alakalı alakasız bir anda böyle başlıyor söze... Veyahut konuşmalarının arasına mutlaka sıkıştırıyor bu cümleyi... İşin tuhafı en çok da bu vurgulama ihtiyacı belli ediyor onun belki de herkesten daha az sahip olduğunu bu duyguya. İnsanlığı sevmekle insanları sevmeyi mi karıştırıyor birbirine diye düşünüyorsunuz...

Az ya da çok sevdikleriniz, hiç sevmedikleriniz, ne sevip ne sevmedikleriniz geliyor aklınıza... Hatta önce sevip sonra nefret ettikleriniz, pek hoşlanmadığınızı sanırken sevmeye başladıklarınız...

Bir sahtelik seziyorsunuz...

Şüphelenmekte haksız değilsiniz...

Güçlü duyguları hissetmesi kadar zordur çünkü söylemesi de.

Nasıl herkese aynı yoğunlukta hisler besleyebilir ki bir insan...“Bütün kadınları sevdiği” için hiçbir kadını çok sevemeyen erkekler gibi kimseyi fazla sevemediklerinden midir bu halleri... Kendilerinde eksikliğini gördüklerinden midir bunu dile getirme istekleri...

İnanmaya ve inandırmaya çalışırken nedir gerçekte üstünü örttükleri... İçlerinde kök salmış bir sevgisizliği gözlerden kaçırmak mı yoksa asıl acıklısı hiç sevilmemiş olmak mı... Her insanı sevmeye mecbur addeden bir kimlik arayışı mı bahis konusu olan, nahoş niyetleri perdeleme çabası mı...

Nedendir her daim sevgiden, iyilikten dem vurup da adaletin önemini hesaba katmamak... Zorla sevemezsiniz, duygularınıza söz geçiremezsiniz ama dilerseniz adil olmayı başarabilirsiniz.

Sevgi ölçüye gelmez, adalet ise belli kriterlere uymayı gerektirir; sevdiğinizi kayırmayı, sevmediğinize haksızlık yapmayı meşrulaştırma, en azından hoş görme tehlikesi vardır sevgiyi abarttığınızda. Herhangi bir sevgiyi kutsallaştırdığınızda kaçınılmazdır çok zaman hakkaniyetten uzaklaşmak da...

Bazı dönemler bazı duygular öyle yüceltilir ki bakarsınız evvela o duyguya zarar vermiş bu gayret. Son zamanlarda aşkın, sevginin başına gelenler misali. Aşınmış, hırpalanmış, içi boşalmış her ikisinin de. Kullana kullana sıradanlaşmış, onları ifade eden kelimelerle beraber bu duyguların da büyüsü kaybolmuş sanki.

Nicedir “aşk” denildiğinde yüreği hoplamıyor çoğumuzun, sevgiden söz açıldığında içimiz ılınmıyor... Nüanslar unutulmuş, ara tonlar çekilip gitmiş hayatımızdan, tekdüze bir melodinin esiri olmuşuz, tek sözcükle tanımlanamayan renklerin, lezzetlerin zenginliğinden mahrum yaşamaya alışıyoruz.

Duyguların dilimizi, dilimizin duyguları besleyen bir yanı var; birinin noksanlığı diğerini solduruyor... Seçtiğimiz hatalı kelimeler hislerimizin boynunu büküyor... Yeniden konuşmaya başlamadan evvel sessizliğe muhtacız galiba; şöyle bir durup iç sesimizi dinlemeye ve yavaş yavaş hakkını vermeye hem en nadide duygularımızın hem anlam kaymasına uğramış sözcüklerimizin.

Es vermeyi de o ‘es’in süresini de bilip öğrenmeden, notaları doğru basmadan mümkün değil galiba bu kakofoniden kurtulmak. Avaz avaz yükselen bir çığırtkanlıktan sıyrılmak için tizleri, pesleri, diyezleri, bemolleri hatırlamamız gerek. Arkadaşlığı, dostluğu, hoşlanmayı, tenselliği, sempatiyi, aşkı, sevgiyi, tutkuyu birbirinden ayırt edebilmek, her birinin kendi içindeki yoğunluk farklarını algılayabilmek biraz daha özen bekliyor olmalı bizden.

Duyduğumuz her yakınlığa sevgi diye diye, aşk diye diye sığlaştırdık aşkı da sevgiyi de. Ağzımıza pelesenk edip adeta pespaye ettik. Nadir yakalanan bu güzelliklere inancımızı da yaşanacaklarına dair umutlarımızı da tükettik böylece. Ve diğer duygularımızla; cazibenin heyecanıyla, arkadaşlığın neşesiyle, dostluğun dayanışmasıyla, tutkunun ateşiyle, hoşlanmanın hazzıyla, tenselliğin tatminiyle, sempatinin sıcaklığıyla mutlu olma şansımızı da yitirdik.

Söyleye söyleye hafiflettiğimizden hakikisine rastlarsak şayet ağırlığını taşıyamıyoruz... İçimizde demlenmeden ‘servis edip’ her duyguyu bazen, kekre bir tat bırakıyoruz damaklarda... Alabildiğine kolay seriyoruz ortaya, hemen itiraf ediyoruz sevgimizi, oysa dili tutulmaz mı derinden sevenin, sevdiğinin yanında...

Yalnızca bir insanı bile bir kez olsun hakkıyla sevmiş olmak, anlatmaz mı bize zaten bütün insanları sevmenin imkânsızlığını da...



Cuma, Ocak 3

Büyümek


Siz kendi yolunuzdan gidiyorsunuz...

Başkalarının yapıp ettikleriyle ilgilenmiyorsunuz...

Başarılı oluyorsunuz ama kimseyle tartmıyorsunuz kendinizi, yarışa girmiyorsunuz...

Bir ihtirasınız varsa eğer, işinizi kusursuz yapmaya, ona bir artı katmaya dair sadece; diğerlerinden ‘daha iyi’, herkesten ‘en önde’ olmakla alakadar değilsiniz.

Bakmıyorsunuz bile sağınıza, solunuza çünkü işinizin dışında bir hayatınız var ve siz o hayattan tat almayı seviyorsunuz. Sorsalar, mutlu olmayı başarılı olmaya tercih edersiniz.

Kaçıp uzaklaşmayı istediğiniz anlar oluyor hatta. Ne var ki bağlanırken sizin bile farkında olmadığınız bağlarınız var. Artık kolay kolay kopamazsınız, koparamazsınız. Zaten siz yine de hep biraz ‘kaçak’ yaşıyorsunuz. Size ait ‘küçük’ bir dünyada huzur buluyorsunuz. Ne herhangi birilerinin sınırlarından sızmaya niyetiniz var ne onların sizin sınırlarınızı zorlamasından hoşlanıyorsunuz.

Bütün bunlara rağmen bir de bakıyorsunuz hiç aklınıza gelmeyenler gelmekte başınıza. Şaşırıyorsunuz. Gizli hırslarına sizi kurban etmek isteyenler çıkıyor yolunuza; çaktırmadan çelme takanlar, o güne değin ürettiklerinizi gözlerden saklamaya çalışanlar.

Hırs ve kıskançlık, zekâlarını kör ediyor bazılarının, gözleri kararıyor... Ancak o zaman öğreniyorsunuz nasıl tehlikeli olabileceğini, var olmakla yetinmeyip diğerlerini yok etmeye uğraşanların... Fark ediyorsunuz ki kaçmak elinizde değil bazen, kaçmakla kurtulamıyorsunuz dahil olmak istemediğiniz ortamlardan, koşullardan, tartışmalardan. Savunmaya geçme mecburiyetinde bırakıldığınıza öfkeleniyorsunuz en çok ve işin tuhafı yalnızca o durumda kaldığınızda hırslanıyorsunuz siz de.

Halbuki yeteneklerinizi sergilemeden sevilmeyi önemsiyordunuz belki de. Onları görmeden sizdeki değeri sezmesini arzulardınız kıymet verdiklerinizin. Tıpkı yapabilecekken yapmadığınız, reddettiğiniz ya da vazgeçtiğiniz birçok şey gibi. Maalesef ki becerilerinizi sakladığınızda, gün yüzüne çıkarmadığınızda, her özelliğini abartanların âleminde ne derece harcanacağınızı, üstünüze basılacağını, ezilip geçileceğinizi anladınız bir vesileyle. Bu vasfınızdan sizi yaralamak için faydalandıklarına şahit oldunuz. Kaçındıkça içine çekildiğiniz bir girdaba kapılmaktansa yolunuzdan feragat ettiniz kimi de.

Bir de yerli yersiz ne kadar ‘komplekssiz’ olduklarını kanıtlama derdine düşenlere rastlıyorsunuz. Onlar adına utanıyorsunuz zira hiçbir komplekse sahip olmamanın pek de makbul bir hal sayılmayacağına müdriksiniz. Zekâdan, duyarlılıktan gerektiğince nasipsiz, eksiğini algılamaktan aciz kişilere ‘bahşedilmiş’ bir ‘lütuf’la övünmelerinin hikmetini sorguluyorsunuz.

Neden mesela “Batı karşısında aşağılık kompleksi” duymaktan bunca korkuyorsunuz... Bir şeylere gıpta etmenin, onları kendinize de mâletmenin ilk adımı olduğunu niye düşünmüyorsunuz... Doğru ve güzel olanı hayatınıza geçirmek yerine inkâr etmenin kıskançlıktan kaynaklandığını, asıl aşağılık duygusunun burada yattığını niçin kabul etmek istemiyorsunuz...

Gerçek endişeniz küçümsediklerinizi gerçekleştirmek konusunda yetersizlik hissetmeniz olmasın sakın... Oysa pekâlâ becerebilirsiniz, üstesinden gelebilirsiniz ‘kompleksli sanılma’ kompleksinizi yenebilseniz... Kimsenin kimseden, bir toplumun bir toplumdan, bir ırkın başka bir ırktan, bir cinsin diğer cinsten üstün veya aşağı olmayacağına gönülden inanıyorsanız aslında, takdir etmeyi de bilirsiniz ve komplekse girmezsiniz. Onları saklamak uğruna saldırganlaşmazsınız. İmtina etmezsiniz itiraf etmekten.

Komplekslerinizden arınmanın yolu, neyiniz eksikse, neyiniz yoksa, neyiniz yanlışsa onları tamamlamaktan, edinmekten, düzeltmekten geçmez mi hem... Diyelim ki bilgisizliğinizi veya ezilmenizi kompleks edinmediniz, imkânı var mı öyleyse cehaletinizi gidermenizin yahut baskıdan kurtulmanızın...

Herkesi eleştirmeye hakkımız var elbette, kendimizi de eleştirebildiğimiz müddetçe... Bizzat suçlu olmadığımızda da üzüntümüzü belirtmek için özür dilemekten bunca dehşete düşmemiz niye? Teşekkür etmeyi veya özür dilemeyi bir tür aşağılanma saymak hangi komplekslerimizin neticesi?


İnsanız, hepimizin ihtirasları, kompleksleri var... Yeter ki birilerine zarar vermenin değil, gelişip ilerlememizin bir aracı olsunlar...

Pazartesi, Eylül 16

Yara

Sanatçıların, yarası olan insanlar olduğu söylenir. 

Yarası olmayan insan olurmuş gibi... 

Hiç yara almadan bu dünyadan geçip giden varmış gibi... 

Yara çok derinken, henüz açıkken, kanıyorken yaratmak imkânsızdır belki de... Hâlâ bir ümit varken, nekahetteyken yahut şifayı onda ararken mümkündür ancak yaratıcılığını kullanabilmek de... 

Ağır yaralıysanız eğer, öylece kıpırtısız kalırsınız; acınız çok büyükse olduğunuz yerde kıvranırsınız... Hiçbir şey yapamazsınız o haldeyken... O yaraya bakabilmek biraz vakit ister; yaranın kabuk bağlamasını, ağrısının acısının, sızıya dönüşmesini bekler. 

Acıdan kaçarken tutunduğunuz bir dalsa yaratmak, uzun süre çekmez sizi ya da siz yorulursunuz, kayar elleriniz, boşluğa savrulursunuz. Bir ümittir o dal; gücünüzü toplayıp yeniden tırmanana yahut da birileri duyup sesinizi yetişene kadar. Kolay değildir kendi yaranıza kendinizin neşter atması. Bir cerrah bile uyutur, uyuşturur sizi, ameliyat ederken. Ruhunuzdaki yaraları iyileştirmeye çalışan bir doktor, yüz yüze getirip yaranızla daha da çok yakar canınızı; henüz tazeyken o yara buna dayanamazsınız. Kaldırmaz bünyeniz, meğer ki zaman geçip de yeniden güç kazanmış olmayasınız. 

Belirsizlikler, kalp çarpıntıları, kaybetme korkuları, kıskançlık, anlatamamak, anlaşılamamak, küçük kırgınlıklar, çok yakın olamamak, hayal kırıklıkları, özlem, var olan veya önünüze çıkan engeller besleyebilir yaratıcılığı şayet hepsinin arasında bir mutluluk, bir heyecan da yaşanabiliyorsa; umutlar büsbütün tükenmemişse. Öfke ve nefretle de bilenir bazen yaratma duygusu, o yaranın açılması acıdan fazla onu açana karşı bir kızgınlık uyandırıyorsa. Mutsuzluğun o dipsiz ve kapkaranlık kuyusuna düşmüşseniz fakat, ümidinizi yitirmişseniz, içinizde kıpırdanan her duygu aynı acıyı canlandırır. Hissetmemek için bütün duygularınızı öldürürsünüz. Artık hiçbir şey doğmaz sizden. Umutsuzluğun olduğu yerde doğum olmaz. 

Yaranızın kapanacağına, iyileşeceğinize dair inancınız varsa, her şeye rağmen ‘ben’inizi ayakta tutabiliyorsanız, buna değeceğini düşünüyorsanız derdinizin dermanını da aramaya başlarsınız. 

Bazen de can havliyle olmadık ‘deva’lardan medet umarsınız: Tedavi edeceğine yarayı işleyen ve ona yeni yaralar ekleyen. Ne kadar zaman geçerse geçsin üzerinden, üstü ne denli örtülürse örtülsün, gerçekten ağır bir yara almışsanız kolay kolay cesaret edip dokunamazsınız oraya, etrafında dolaşırsınız, hafif hafif yoklarsınız olsa olsa. O kadarı bile yeter acıyı anlatmaya. 

Mutlu anlarla ve hüzünlü zamanlarla coşar yaratıcılık; hüznün mutlulukla her daim ilintisi vardır. Hüzün en çok da geçmiş mutlulukları hatırlamaktır. Acıyla yaratanlar, yaralarına uzaktan bakabilenlerdir; kendilerine yabancılaşmayı başarabilenler. O süzgeçten geçmeden sanat sanat olmaz zaten, düpedüz haykırmak olur. Sanatçılar, küçük yaralarını bir pertavsızla gösterir gibi büyütebilenlerdir ihtimal. Büyük yaralarına ise yaratıcılıklarına sığındıklarında dürbünün tersiyle bakarmışçasına bakabilenler. Farkları biraz da buradadır, yaratmak için neye ihtiyaç duyuyorlarsa onları bulup ‘oynamalarında’dır. Egolarının gücünde, o gücün her şeyden önde gelmesindedir. 

Yaratıcılığı besleyen en tatlı gıda aşktır ya, öyleyse sadece onun için izin verirler egolarından ödün vermeye. Yeter ki hayatlarında bir aşk bulunsun diye hatta, onu kendileri yaratıp kendileri büyütürler. Yaralarını bizzat açıp, açtıkları yarayı önemserler. Öylesine bir gereksinimdir ki bazı da bu, onları yaralamasına müsaade ettiklerine minnettar da kalırlar. 

Hepimizin yaraları var, kimi hafif kimi ağır. Onlarla olgunlaşmak yalnızca kendi hayatımızda daha güçlü durmak, hoşgörülü olmak, başkalarını da anlayabilmek değildir ama, başkalarında yara açmayacak derecede hassaslaşmaktır. 

Beyhudedir hiç yaralanmadan yaşamaya uğraşmak, hep kaçmak yaralanmaktan ve sizi yaralayacağını sandıklarınızdan. En çok neden kaçıyorsanız o gelip sizi bulur. En büyük darbeyi de nedense en fazla güvendiğiniz, ondan sakınıp saklanmadığınız insan vurur. 

Sevdiklerinizi yitirmekten daha derin yara yoktur. Asla silinmez ruhunuzdaki izleri. Çaresizsinizdir, mecburen kabullenirsiniz. Göz göre göre yaranızı hoyratça kanırtanı lakin hiç affedemezsiniz. Avunmaya çalışırken, teselliyi bulduklarınızı sonradan siz yaralarsınız kimi zaman da. 

Avununca unutursunuz. 

Yaralar yaşamanın bedeli. 

O bedeli ödemeden galiba anlayamıyoruz değerini... 


Cuma, Ekim 3

Vulnera omnes, ultima nekat..

'' Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür.."

Salı, Ağustos 26

Kendiliğinden

Bazı benzerlerim gibi ben de dört yaşında olmadan okumuşum. Aile büyükleri önce ezberlediğimi düşünmüşler. Sonra elime farklı farklı kitapları, arkasından da gazeteyi verip yine okuduğumu görünce, "aa, bu okuyor" demişler, ben de mahsucuktan okuyorum, sahi sanıyorlar diye fazla şımarmamışım. Galiba okuma taklidi yaptığımı zannediyordum. Okuduğumu kendim de idrâk ettiğimde yaşım dört buçuğu geçmişti. Sevinçle koşup ağabeyime müjdeyi vermiştim. O da gayet sâkin "evet, okuyorsun" dediğinde çok kırıldığımı hatırlıyorum. Bana, ağabeyim beni önemsemiyor, inanmıyor gibi gelmişti. Nereden bilecektim ki aslında aylardır okuyabildiğimi. Okumayı nasıl öğrendiğimi, ben dâhil tam olarak açıklayabilecek kimse yok aramızda. Öğreten biri olmamıştı çünkü. Erken okumanın ne faydası olduğunu sorarsanız, hiçbir yararı olmadı derim. Sadece şimdi baktığımda bazı kişisel özelliklerimin oluşmasında önemli bir payı olduğu kanısına varıyorum.

Hayatımda her şeyin "kendiliğinden" olmasını bekliyorum hep meselâ. İstiyorum ki nasıl farkında olmadan okuduysam başka şeyler de öyle oluversin. Mücâdele etmeden, uğraşmadan, fıtrattan... Mantıksız görünüyor değil mi? Bence de. Ama zaten söylemeye çalıştığım da bu. Hatalarımın nedenini anlamaya, pek de herkesin geçtiği yollardan geçmeyişimin sırrını çözmeye, soruları başkalarına değil de niye kendime sormayı tercih ettiğimi bilmeye çalışırken, yanıtı biraz da burada buldum sanki.

Daha okula gitmeden okumayı öğrenince, okuma eylemine ayıracak çok vakit oluyor ve evdeki malzeme çabucak tükeniyor. Sen de başkalarınınkine sarmaya başlıyorsun. Komşuların kitapları, esnafın gazeteleri, Lemân hanımın dergileri derken öğrendiğin her bilginin başkaları tarafından da mutlaka bilindiğine inanıyorsun. Kendi bildiklerini onlardan başka kimse bilmiyor zannedenlere de hep şaşırıyor, anlama güçlüğü çekiyorsun.

Merak duygum da sonradan etrafımda görüp tanıdığım kişilerinkine göre farklı yönde seyretti tahminimce. Yanımdaki yöremdeki insanların yapıp ettikleri, özel hayatları beni cezbetmedi. Uzak bir geçmişe ait bilgiler, geleceğe dair buluşlar heyecanlandırdı. Ne var ki bir "tuhaflık" hali de sürdü hep yanıbaşımda benimle. İlgilenmediğim, sormadığım hatta bilmek istemediğim şeyleri hep kendiliğinden anlayıverdim, ille de gelip buldular beni, hatta ayağıma dolandılar.

Her şey kendi kendine olsun istersen bir sürü şey gerçekleşmiyor tabii. Üstelik insanı hayatın pratik yönlerinde eni konu tembelleştiriyor. Bir bakıyorsun bazı şeyleri çok erken yaşamışsın, bazılarında ise fena hâlde geç kalmışsın.

Siz de bir düşünün; ömrünüzün akışı içinde engel olamadığınız, çözemediğiniz kimi durumlar belki de çok üstünde durmadığınız bir olgusunda saklıdır hayatınızın.

Pazartesi, Ağustos 11

Farkındalık

Küçük mutlulukların kıymetini bilmiyor değiliz. Mis gibi kokan bir kahveyi içmenin, bir yaz gecesi yıldızların altında denizi seyretmenin, soğuk ve yağmurlu bir kış günü sıcak evimizde oturup sevdiğimiz bir müziği dinlemenin tadını çıkarıyoruz. Hem de her ânının "farkında" olmaya çalışarak. Tuhaf olan şu ki, aynı şeyleri "farkına varmadan" yaşadığımız günlerdeki mutluluğumuzun şiddetine ASLA ulaşamıyoruz !? Acep, OSHO'nun buna bir formülü var mı; ne der ki Cân'ımın Cân'ı?

Perşembe, Ağustos 7

İnsan Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Neden masal, çizgi film yahut dizilerde çocuklara hep büyülerden, büyücülerden veya gerçekte var olmayan yaratıklardan söz edilir ki? İyiliği de kötülüğü de insanların değil de birtakım başka varlıkların yaptığını sansınlar; bir sorunları çözülmediğinde, kendilerine yardım edilmeyişine üzülmesinler, kızmasınlar, çevresindekilerin "insan" oldukları için ellerinden bir şey gelmediğine inansınlar diye mi? Ya da çok çaresiz kaldıklarında, kendilerini pek yalnız hissettiklerinde ümitsizliğe kapılmasınlar da onları kurtaracak bir sihirin hayaliyle avunsunlar düşüncesiyle mi?

Demek; terazi böyle... İnsan olmanın dayanılmaz hafifliği karşısında var olmanın dayanılmaz ağırlığı... Ne denebilir ki ?

Cumartesi, Ağustos 2

Büyü

Sözün büyüsünün hayatın sihrine karıştığı anlar olur bazen. O an, yaşamınızdaki mutlu veya mutsuz bir gidişatın milâdıdır sanki. Bir kutsal kitabın "Önce söz vardı" demesi gibi "başlangıcı" saklar içinde. Duyduğunuz ilk anda ruhunuza işlemesinin kerâmetini sonradan anlarsınız. Bu sebeple; bir söz şimşek gibi çaktığında ömür çizginizin herhangi bir noktasında, vaat ettiği gözyaşıysa eğer derhâl kaçmalı oradan. İlk sinyal ulaştığında gitmeli olabildiğince uzağa. Bir adım sonrasında çünkü, gözüne ışık tutulmuş bir tavşandan farksız öylece kalakalırsınız, şaşkın ve çaresiz.

Perşembe, Temmuz 31

Hangisi?


Hangisi hayat? Dünyada olup bitenler mi, kendi yaşadıklarımız mı? Yanı başımızda bir savaş çıktığında mı üzülüyoruz daha çok, yoksa sevdiğimiz bir yakınımız hastalandığında hatta öldüğünde mi? Ne zaman sevinçten ayağımız yerden kesiliyor; aşkımıza karşılık bulduğumuzda mı, ülke ekonomisi düzeldiğinde mi? Cevabı belli bu soruları sormak bile yetiyor "esas" hayatlarımızın "küçük dünyalarımızda" yaşandığını anlamaya. Bencilce gözükse de insâni bir duygu bu. Hâsılı ; sevdiklerimiz iyi olsun da tek, savaşlar çıksa, ormanlar yansa da olur. Mu?

Pazartesi, Temmuz 28

Disappearance

Kaybolmalı bazen insan.
Kendi tenhâlığına çekilmeli.
O ıssız karmaşanın içinde gizlice yeniden çoğalmalı, nadasa bırakılmış bir toprak gibi kendi karanlığında bereketlenmeli. Hayatın o her zaman kullanılmayan patikalarında gezinmeli. Eski dostlara rastlamalı orada, yıllarca hiç karşılaşmadığı dostlara, gençliğini bölüştüğü dostlara; alevli bir magma gibi, zamanı yakan tuhaf bir kızıllığın içinde, pikapta cızırdayarak çalan şarkılara eşlik eden seslerini duymalı onların, hıçkırıklarını duymalı, yalnızlıklarını, gülümsemelerini duymalı.


Cesetlerimiz ne olsa toprağın emâneti, ruhları besleyip çoğaltmak gerek. Var olabilmek için kaybolabilmek gerek !


Salı, Temmuz 22

Ziya ve Zulmet


Bir aşk bir de ölüm her şeyi unutturan insana. Ama unutturma biçimleri ne kadar farklı. Birisi her şeye anlam katarken diğeri nasıl da anlamsız kılıyor bütün şeyleri.

Çarşamba, Temmuz 9

Dünyalar

Üzerine düşen ışığa göre renkleri değişen balıklar gibiyim… Her bakışta ve her görüşte bir başka aksim duruyor benim… Kim nasıl, nereden bakarsa öyle görüyor beni; herkes için rengim farklı… Senin gibi… Ve senin baktıkların gibi…

Bu karmaşa, geçmişten gelen bir anı gibi uysal, bardağının dibinde kurumuş o son şarap damlası kadar yitik… Ama en yitik anında bile, okuduğun şu yazıyı oluşturan harflerin her biri kadar anlamsız ve o harflerin bütünü kadar da anlamlı bir yandan.

Ben baktığın kişi değilim, biraz kendini zorlayıp daha dikkatli, daha araştıran gözlerle “görmeye” çalıştığın ya da… Kiminin düşündüğü o nazik ve incelikli kişi değilim ya da o kaba, umursamaz kadın… O yalnızlığın meftunu ya da kalabalıkların her daim… Ben o değilim. Ve biliyorum ki hemen hiçbirimiz o değiliz; ne ben, ne sen, ne de gözlerinin arada bir sen farkına bile varmadan dalıverdiği bir başkası…

Benim içimdeki dünyalar gibi bir sürü dünya var senin içinde de; özenle sakladığın, dikkat çekmesin diye en gösterişsiz paketlere sardığın bambaşka dünyalar; o dünyaların içinde seni sen yapan ve yapmaya devam edecek olan kim bilir hangi ihtiraslar, hangi hırslar, hangi kıskançlık ve sırlar var… Biliyorum bunu ve bu yüzden gerçekten tanıdığıma emin olmadığım birine baktığım zaman onun hakkında hiçbir hükme varmak için çabalamıyorum.

Senin bana bakan gözlerindeki yansımanın arzına yerleşip, o yansımayı oluşturuvermiş öz değilim ben ve bundan da kötüsü kendi içimde de tek değilim; senin görmediğin, bir türlü görmeyi başaramadığın tek bir dünya yok benim içimde; dünyalar var. Dışarıdan baktığında tuhaf yıldız kümeleri, galaksiler ki kimi -bir anlığına bakabilmiş olsan da- gözlerini kamaştıracak kadar parlak, kimi varlığını önüne sersem de seçemeyeceğin kadar sönük…

Hermann Hesse’nin bir romanında dediği gibi “En naifi de içinde olmak üzere hiçbir ben gerçekte bir bütünlük taşımaz, her ben çok yönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük bir gökyüzüdür, çeşitli biçimlerden, aşamalardan, konumlardan, değişik kalıtsal öğelerden ve değişik olanaklardan bir karmaşadır.” Düşünüyorum da bir bedende bir çok ruh ve her bir ruhun içerisinde bunca iklim devinip durmasaydı... ne olurdu ?

Pazartesi, Haziran 9

Yekpâre

İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı; kimbilir kaç yaşlarındaydım? Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım.

Hayattı; yekpâreydi. Her şey, bir şeydi.

Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, akşam ebesi oyunu sol gözümün kıyısına sevimli bir dikiş izi iliştirirken, elimizi arı sokarken, ödünç alınan bisikletten düşüp dizlerimizi kanatırken, komşu bakkalın sigara kuyruğunda yakalanmanın yahut top oynarken kırdığımız camların bedelini öfkeli bir elin parmakları arasında ovuşturulan kulaklarımızla öderken, hep canımıza bir şey olurdu; hissederdim. Ama acıya dâhil değildi yine de bunlar.

Hayattı, yekpâreydi işte.

ZAMAN, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, ACI ise o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı.

Oysa o zamanlar, dünya geniş ve ılıktı.

Ve biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik.

Kimbilir, bu hâle nasıl geldik?

Salı, Mayıs 27

Sobe

Hâlâ saklambaç oynayan çocuklar var mı, bilmiyorum. Lâkin yetişkinlerin "oyunlarını" gördüğümde kimi zaman, "sobe" dememek için kendimi güç tutuyorum. Hiçbir sözcük durumu ondan daha iyi ifade edemiyor çünkü o hallerde.

Senin sanki beni düşünüyormuş gibi gösterip "yardımıma" çağırdığın, aslında kendi gözünün önünde olmasını istediğin "suç ortağın"... SOBE.

Sen, yerine geçmek istediğin kişinin yakınlarıyla, "içeriden" bilgi sızdırmak için dostluk ediyorsun... SOBE.

Sen, ancak bizim çözebileceğimize inandığın bir sorunun olduğunda arıyorsun bizi... SOBE.

Senin bana yaklaşman benim vasıtamla bir başkasına ulaşmayı tasarladığından... SOBE.

Sen, kimsenin şahit olmadığı anlarda sinsice sokuşturduğun sözlerin ve davranışlarınla sonunda zıvanadan çıkarttığın insanı o haliyle kalabalıklarla karşı karşıya bırakıp, en masum yüzünü takınarak çekiliyorsun geriye...SOBE.

Sen, istediklerini elde etmek uğruna başlangıçta her sözü verip sonra kıvırttığında buna "aşk" gibi, "özlem" gibi bahaneler uyduruyorsun... SOBE.

Sen, beni aldattığın kişiyi bana sevdirmeye uğraşıyorsun... SOBE.

Sen, birisini çok özel bulduğundan söylediğin hissini verdiğin sözleri herkese söylüyorsun... SOBE.

Sen, kendi çıkarına olan şeyleri karşındakinin iyiliği için yapıyormuş kisvesine büründürüyorsun... SOBE.

Sen, âlicenap tavırlarını etrafındakileri hükmün altına almak gayesiyle sürdürüyorsun... SOBE.

Sen, varlığının seni gölgede bıraktığını sezdiğin hemcinsini karalamaya, bulunduğun ortamdan uzak tutmaya çabalıyorsun... SOBE.

Sen, birisine haset gittiğinde ona dair tatsız yakıştırmalar yapıyorsun... SOBE.

Sen, senin tutumun yüzünden mutsuz olan birinin mutsuzluğuyla dalga geçiyorsun... SOBE.


Çocukların mâsumâne "çanak çömlek patlatmalarına" benzemiyor büyüklerin hesaplı, planlı kandırmacaları. Hayat saklambaç oyunundaki sâfiyeti taşımıyor. Bir kez "ebe" olduysanız hep öyle kalmanız bekleniyor. "Gözlerinizi kapatıp sayın" diyorlar : Bir, iki, üç... beş... on... Hiç bitmiyor bu, bir karabasan gibi sona geldikçe yeniden başa dönülüyor; bir, iki... beş...

Biz sayıyoruz; onlar bilmediğimiz bir oyunu oynamaya devam ediyorlar.

"Önüm, arkam, sağım, solum SOBE!" diyorum ve ben bu oyunu bırakıyorum.

Cumartesi, Mayıs 24

Silgi

Baş dönmesi gibi bir şey...
Ayağınızın altından yerin çekilmesi...
Bir toprak kayması... Bir deprem...
Hiç beklemezken, güvenini kaybetmek böyle bir his olmalı...

Kendine ya da başkasına, hatta belki bir şeye, orası pek önemli değil... Yarattığı sarsıntı, açtığı boşluk, geride bıraktığı huzursuzluk, endişe ve güçsüzlük hali sizi bîtap düşüren.

Şuursuzca bir paniğe kapılmak önce, tam ne olduğunu anlayamadan. Sonra tutunmaya çalışmak, tekrar "normalleşme" çabası... Ve "sendeleyerek" doğrulduğunuzda, artık içinizde yer etmiş o buruk "bilgi". Dimdik yürüdüğünüzde, sapasağlam bastığınızda, en kunt duvarlara dayandığınızda bile aniden yoklayan "yine olabilir","her zaman olabilir","daha da fenası olabilir" duygusu.
Unutmak onun için güzel bazen. O yüzden hoş, yepyeni bir sayfa açtığını düşünmek. "Başka bir hayatın" kapısını aralayacak işlere yönelmek, önceden görmediğiniz diyarlara yolculuk etmek, farklı çevrelere girmek, değişik hobiler edinmek hep bunu için. Her birinden umduğunuz, bir "silgi" olmaları değil mi esasında? Bütün kötü anıları silecek türden...
Peki, yeryüzünün en tesirli "silgi"si ..?

Perşembe, Nisan 10

Sıkıldım

Hiç büyütemediğimiz bir çocuğumuz var da tam yürümeye başladığına sevinirken, o yeniden emeklemeye başlıyor ve bu durum bitip tükenmeden tekrarlanıyormuş hissi veriyor bana Türkiye'de yaşamak...

Toplumdaki geleceğe dair endişelerin, belirsizliklerin şu güzelim bahar günlerinde bile kurtulamadığımız, üzerimize çöken ağırlığından sahiden bunaldım.

Kafkaesk bir romanın kâbuslu hayatları hüküm sürüyor sanki ömrümüzün sayfalarında. Ve ben bir hikâyenin, her defasında aynı haberleri alan kahramanı olmaya benzemekten sıkılıyor,bir zaman sonra bu sıkılma eyleminden de sıkılıyorum.

Gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyin bana doktor; ne olacak bu memleketin hali?

Pazartesi, Ocak 21

Geçmiş...


Kimleri bıraktınız geçmişte, aldıkları hangi yaralarla kanlar içinde yatıyorlar orada? "Geçmişim" diyerek uzun uzun bahsedebildiğiniz bir zaman dilimine sahipseniz şayet ve bir keşiş, bir manastır rahibi ya da bir sûfi değilseniz; dünya işlerinden elinizi eteğinizi çekmediyseniz tam anlamıyla, siz de biraz vicdan azabıyla, biraz pişmanlıkla, tuhaf bir inanamazlık haliyle anıyor olmalısınız o günleri; uzun bir geçmişe sahip olup da elini, ruhunu, aklını kana bulamayan biri yoktur çünkü...

Hepimiz yalancıyız biraz, hepimiz küçük birer tanrı sayıp kendimizi başkalarının hayatlarını yönetmeye meyyaliz ve tanrının davranışlarını bile zaman zaman sorgularken, tanrı olmakla da uzaktan yakından bir ilişkimiz olmadığı için, oldukça yüksek bir "hata yapma potansiyeli"ne sahibiz; hata yapıp başka hayatları bir süreliğine de olsa orta yerinden kırıp parçalara ayırma, sakatlama, birilerinin canını yakma, birilerine acı verme potansiyeline...

İnsan olmak biraz da cellat olmaya benziyor bazen, geride birileri kalırken, o zamanlarda ve biz hayatın bir başka yanına, bir başka ânına, getirdiği bir başka insana doğru yelken açmışken, inanılmaz bir kayıtsızlık ya da şartların yarattığı bir mecburiyet hissiyle; farkında bile olmadan ellerimizde tuttuğumuz bir kürekle toprak atıyoruz durmadan birilerinin - birşeylerin üstüne...

Perşembe, Ocak 17

Güle Güle Gülmezcesine...


Siz ışığa, biz karanlığa ve sic transit gloria mundi, ha..?

Cumartesi, Aralık 29

Göremiyorum...

Her durumda birbirinden farklı göz kusurlarına sahipmişiz gibi, kimi zaman uzağı, kimi zaman yakını görmekte zorlanıyoruz. "Zannettiklerimizle" yaralıyoruz hayatlarımızı, umduklarımız birer arzudan ibaret olsalar da onların gerçek olduğuna inanabilecek kadar astigmat bakıyoruz hayata, onun getirdiklerine ve getirdiklerinin içinde rol alanlara...

Oysa gördükleriniz gerçek değiller belki; belki yanılıyorsunuz; belki hepimiz birbirimiz hakkında yanılıp duruyoruz; belki tanrı hepimizi dünya adında bir sualtı ülkesine gönderdi, hepimiz birbirimizi tıpkı su altındaymış gibi kırılmış perspektiflerle görüyoruz; belki de yüzüyoruz biz ama yürüdüğümüzü sanıyoruz.

En dürüst zamanlarınızda bile kendinizi kendinize yalan söylerken yakalamadınız mı bir kez olsun ya da bariz bir biçimde gözler önünde olan gerçekleri istekle saptırdığınızı fark etmediniz mi hiç? İtiraf zamanı şimdi... Kendimiz hakkında dahi tam anlamıyla emin değiliz biz...

Kendimizinkileri olduğu kadar başkalarının ömürlerini de örselenmiş gerçeklerle kemiriyoruz belki... Mayamıza işlenmiş paranoyalarımız ve faydacılığımızla hastalanıyoruz giderek... Ve hiç durmadan iyileştiğimizi söylüyoruz birilerine; zehirli bir sarmaşığın ruhumuzu biteviye artan bir hızla sardığını hissederken, başkalarının da aynı dertten mustarip olduğunu düşünmüyoruz bile...

Göremiyorum, göremiyorsunuz, göremiyorlar ve içinde bulunduğumuzu bilmediğimiz bir karanlıkta el yordamıyla öldürmeye çalışıyoruz yalnızca birbirimizi...

Pazar, Aralık 16

Bir Avuç Duman

Düşünce bir köprü, kıldan ince, kılıçtan keskin... Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden. Ne Asya Avrupa’yı tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint'i çağdaşlarına. Kıt'alar kapalı birbirine. Yalnız Kıt’alar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx’ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler. Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var. Bir ırmağa benziyor zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuvarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal'i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan. Şark'ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış. Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret. Batılı için tekamül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o. Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet! Coşmak lazım, diyor Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz. Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve bayağılaşmak.



İnsanları eskisi kadar sevmemek.



İnsanları ve eşyayı.



Galiba ölmek de bu.

Cuma, Eylül 14

Asalet


Aşk asalet ister, ilişki avamlık. Belki de bütün sorun buradadır. Onca mutsuzluğun, hayal kırıklığının, yanlızlığın arkasında yatan bu ikisi arasında denge kuramamaktır. Jane Austen'ın romanlarında sözü edilen soylu sınıfların sahip olduğu türden bi asalet değildir o. Ve o yüzden bir kere gerçek aşkı hissedenler, uğradıkları hüsranın sonucunda ya denklemi öğrenirler ya gönül indiremediklerinden basitliğe kendilerini tek başınalığa mahkum ederler.

Hayat da böyledir bir bakıma, Adorno'yu kalp kırıklığına sürüklemesi gibi, alelade olanla yetinemeyenleri, vasatı hoşgöremeyenleri yaşamın kıyısına, dışına sürer bir anlamda. İçindeki asil damarı kaybetmek istemeyenler ruhani olandan medet umar bazen veya yüksek sanatın, bilimin tesellisine sığınıp korumaya alır ruhunu büsbütün kaybolmamak gayretiyle; kulağını iyi müziğe, gözlerini estetiğe, zihnini bilime, yüreğini aşkınlığa açar.

Kimisi de yaşadığının aşk olduğuna inandırmak için benliğini, bir mana katmaya çalışıp beraberliğine karşısındakinin eksiklerini gidermeye çabalar, olduğundan fazla görmeye hatta göstermeye uğraşır, sonunda kendi yarattığına kendi hayran olur, kanmakta bulur mutluluğu.

Yarattıklarını kusursuz kılmaya çalışan sanatçılar ise kendilerini de mükemmel sanma yanılgısına düşüp çok zaman, egolarını yaralayan her şeye, herkese neredeyse düşman kesilerek sövüp saldırırlar, küserler birbirlerine. Öyle ki Halit Fahri Ozansoy misali, çocuklarının dahi aşırı beslenmiş ben'lerine dokunmasına tahammül gösteremez sonra kaybettiklerinin acısıyla ateşlerde yanarlar..

Ne olursa olsun hayat planların dışında akar. Eserlerinizin ve fikirlerinizin bile sahibi olamadığınızı göstermek için size, dışında kalmak istediklerinizin ilham kaynağı yaparak hatırlatır esasında hiçbir şeye hükmedemeyeceğinizi.

Salı, Haziran 19

Aldanmak

"Yazarlar daima birine ihanet eder." Joan Didion

Sıradan olmaktan bir günah gibi kaçarken, aleladeliğin kapanına tutulmak en acıklısı değil midir? Ve bunun farkında olmamak. Başkalarıyla birlikte kendini de kandırmak. O sıradanlığın en katmerlisi televizyon formatlarında, basın organlarında, sanat dallarında hatta bilim konularında dal budak sararken, onlara ayak uydurmak.

Yeni şeyler söylemeye çalışacak yerde "yeni şeyler söylemek lazım cancağazım" sözünü tekrar ederek entelektüel olduğunu sanmak, başkalarını taklit edip kendini sanatçı saymak, yetenekli olmakla sanatçı olmayı birbirine karıştırmak ve her şeyi sığlaştırıp ‘denizleri kurutarak’ kalanlara ‘göç’ten başka çare bırakmamak.

Hoşlandığı veya sevdiği kadını etkilemek için birikimlerini ve zekâsını nüktelerine, gündelik yaşamın her alanındaki seçimlerine katıp yansıtmak yerine, bildiklerini, öğrendiklerini papağan gibi anlatan erkeklerin sıkıcılıkları ve düştükleri gülünç durum kadar trajikomik ve boğucudur böyle ortamlar. Nefes almak için uzaklaşmak istersiniz. Öyle bir erkeği hayran hayran dinleyen kadınlar nasıl ya aptal ya da çıkarları gereği rol yapan kurnazlarsa, ancak öyleleri mutlu olabilir oralarda da.

Üretilene, fikre, esere hakkını vermek kadar insanın gerçek değerini de ayırt etmek önemlidir ama. Sadece isimlerine, işgal ettikleri konumlara bakıp onlara özenmemek. Kaderin cilvesi, aynı kadına âşık olan iki yazardan, Romain Gary aldatıldığında derin bir sessizliğe gömülüp hiç konuşmadı, Carlos Feuntes, terk edildi diye bir kitap yazıp bütün mahremiyetini ortalığa saçtı. Aynı derinliklerde hep aynı renkte balıklar yüzmez çünkü. Çevrenize şöyle bir bakın ve karar verin, sizin yaşadığınız çevre hangisini baş tacı ediyor? Neleri makbul sayıp kimlere prim veriyor? Bir şeyleri saklıyormuş gibi yaparken gözünüze sokmaya çalışanların ikili oynamalarına da kanmayın, en tehlikelisi onlardır ve en sinsileri.

Ve adınıza, fiziğinize, gücünüze hiç güvenmeyin. Hepsi bir anda değişebilir; bir de bakarsınız Marcel Ayme’nin romanındaki gibi kendi kendinizle aldatılırsınız.

Cuma, Mayıs 18

Öteki


“Söyleyeceğin şeyi, söyleyebildiğin kadar net söyle. Tek sır budur.” Matthew Arnold

Hangimiz kendimiziz tamamiyle, hangimiz bütünüyle gerçeğiz ve içimizde hangimiz kendi gerçeğinin farkında? Belki tek bir gerçek var ve hepimiz onu bulmaya çalışıyoruz; her birimiz ayrı bir parçasını bulup, bulduğumuzda esas olduğuna inanıyoruz sonra da.

Varoluşçu filozof Heidegger, “Herkes ötekidir. Hiç kimse kendisi değildir” derken, insanın kaderin bir ürünü olan dünyaya öylece bırakıldığını ve bütün tercihlerini de bu bırakılmışlık içinde yapmaya mahkum olduğunu savunuyordu, yaşamımızın seçimlerle şekillendiğini.

Yalnızlığı en hissettiğimiz zamanlarda, dünyada iki tür insan olduğunu; birinin biz, öbürünün bütün diğerleri olduğunu düşünüyorduk bir ihtimal. O yalnızlıktan kaçmak için kimimiz sevgiye, kimimiz ideolojilere sığınıyorduk. Geriye baktığımızda da seçtiklerimizin isabeti hakkında hüküm veriyorduk, sanki o seçenekler büsbütün özgür irademizin sonuçlarıymış gibi.

Yine de bilimin de, sanatın da, ‘insan’ olmanın yolu da gerçeği aramaktan geçiyordu kuşkusuz. O yüzden Peride Celal, ‘sahici’ kadınları yazmaya yöneltiyordu kalemini; Guillermo Arriaga, gerçekliğiyle insanın “ruhunu kanırtan” hikayeler anlatıyordu.

Aradığımız gerçeğin dışında yaşamın katı, çirkin ve onursuz gerçekleri de var çünkü: Bir filozofun, Yahudi öğrencilerin diploma almasını engellemesi; Güneş de Doğar’ın Bretti gibi, onu seven herkesi kullanmaktan çekinmeyenlerin egoistlikleri.

Ne insanlık ne de aşk kendilerine atfedilen değerlere layık değiller çoğu kez. İnsanlar çıkarıyor bütün savaşları, insanlar yapıyor ırkçılığı, işkenceleri, katliamları, insanlar aşağılıyor hemcinslerini, hileye, dalavereye, sahtekarlığa onlar başvuruyor. İnsan oldukları için. Ve sinsileşiyor, yalanlar söylüyor, kendini olduğundan başka gösteriyor, rakibine iftira atıyor, önünü kesiyor, sevdiğinden karşılık görmediğinde kin güdüyor. Aşık olduğu için.

O halde çözüm bazen de hiçbir tercih yapmamaktır: Ne siyasette, ne aşkta, ne de dostlukta.

Bekleyip görmektir doğrusu: Yaptığımız seçimlerle kendimizi kandırıp sonra pişman olmamaktır.

Cuma, Mayıs 4

Ummazsan, korkmazsın!

“Onunla nasıl eğleneceği dışında edebiyat hakkında her şeyi biliyordu.” Joseph Heller

Bireysel mutlulukları çok az tattıkları, hatta neredeyse hiç yaşamadıkları için mi kitlesel sevinçlere böylesine aç insanlar? O yüzden mi tuttukları takımın başarısına bunca abartılı sevinmeleri? Bir türlü renklendiremedikleri dünyalarında formaların renklerinden medet ummaları..?

Hangi inançlarını kaybettiklerinden ya da hangi inançların eksikliğinden doğuyor peki bu tapınma kültürü? Teknolojiye, markaya, pop kültürünün yarattığı idollere böyle sınırsız bir hayranlıkla teslim olmuş, güya birey olmanın yüceltildiği bir çağda, asla kendisi olmalarına izin verilmeyenlerin “dünyanın en acımasız insanları olmaya başlamaları” Douglas Coupland’ın anlattığı gibi; birbirlerine belki de her zamankinden daha çok benzediklerinin farkına varmaları..?

Düşünmenin, öğrenmenin, bilimsel, kültürel ve felsefi merakın yoruculuğundan kaçıp klişelerin kolaylığına sığınmaları, menfaatleri uğruna veya sıradanlıkları ortaya çıkmasın diye bütün sistemi ‘vasatta’ tutmaya çalışanların oyununa gelerek sınırlarını aşamamaları, yalnızlık korkusuyla en küçüğünden en büyüğüne çeşit çeşit ‘iktidara’ itaat etmeleri, kendini ilerici, modern, tabu yıkıcı sanmanın aldanışında ortalamanın hükümranlığına hizmet etmeleri? “Propagandaların çekim alanına girmemek, apolitik olunduğu anlamına gelmiyor” aslında. Herkesin hayran olduğuna ille de hayranlık duymak gerekmiyor, sorgulamayı, şüphe etmeyi, araştırmayı, beğenilerini ve sağduyunu geliştirip kendine güvenmeyi tek başına kalmak pahasına başarmak, insanı ‘sürü’nün parçası olmaktan kurtarıyor ancak.

Şöyle bir bakın geriye: Sevdiğiniz, güvendiğiniz, farklı değerler biçtiğiniz nice insan tanıdıkça birer birer inmediler mi onları çıkarttığınız basamaklardan? O halde nereden biliyorsunuz başkalarının ‘put’laştırdıklarının durdukları yeri hak ettiklerini?

Her şey değişir hayatta yalnızca buna inanın ve Seneca’nın yaptığı gibi hiçbir şeye sıkı sıkı sarılmayın. Onun söylediği gibi: “Kaderin size bahşettiği şeylere belli bir mesafede durun ki, istediği zaman onları rahatça alsın hayat, sizden koparmasın…”

Cumartesi, Mart 24

Susmak...

Yazana zahmet vermeyen yazı okuyana da zevk vermez. Samuel Johnson
Niçin susar insan? Belki de başlangıçta, konuşmadan da anlaşabildiği birilerinin var olduğunu sanmasından, öyle ummasından. Sonra bir gün konuşmayı denemiştir büyük ihtimalle; çaresiz kaldığından, ‘kendini ifade et’ kültürünün dayatmasında safça, onu anlamalarına izin vermediğini düşünüp kendisini suçlayarak.

Herkes bir gün konuşur. Konuştuğunda, sustuğundan da beter bir anlayışla karşılaşırsa peki? ‘Kendini ifade edememek’ en çok da çağımızın uydurmacasıdır. Anlamak isteyenler, buna niyeti ve kapasitesi olanlar anlar çünkü; anlamıyorlarsa ya işlerine öyle geldiği içindir ya umursamadıklarından ya da böyle bir yetenekleri bulunmadığından. Heidi’nin yazarı Johanna Sypri derin bir bunalımdayken eşi, anlatmadığı için mi görmüyordu sanki karısının mutsuzluğunu. O halde susmak en doğrusudur belki ve siz susarken anlamış olanlar varsa sizi, konuşacağınız kişiler de yalnızca onlar olmalıdır. Emily Dickinson’ın yolunu izlemekte ne sakınca olabilir ki yoksa? İnziva, ona atfedildiği gibi kötü bir şey midir gerçekte? Dışarıdan tuhaf görüneceksiniz diye, onlar gibi olmadığınızdan çeşitli yaftalar yapıştıracaklar korkusuyla, hırsları uğruna bedenini satanlar ya da arzuları için onları sevenleri harcayanların arasında yaşamak zorunda kalırsanız, buna zorlanırsanız daha fazla mutsuz olmaz mısınız?

Kime gösteriş yapmak mecburiyetiniz var ki? Yalnızlığınız zevk veriyorsa, içinizin zenginliği yetiyorsa, küçücük bir dünyada kocaman bir alem kurabilyorsanız bırakın istediklerini söylesinler. Kundera’nın harika bir romanında bir erkeğin bir başka erkekten alması gereken intikamını aslında bir kadından almaya kalkıştığını görüp irkildiğinizde düşünmüyor musunuz hiç:

Zekası sizinle aynı ‘şaka’yı paylaşmaya yetmeyenlerle ne işiniz olabilir ki?

Cumartesi, Mart 17

Edebiyat

“Kaleme inandığımdan daha çok makasa inanırım” Truman Capote

Duyguların bedeli yoktur. O yüzden karşılığı beklenmez. Bekliyorsanız eğer, duygularınızın sahiciliğini bir yoklamanız gerekir.

Sevdiğiniz kişi tarafından sevilmediğinizde, terk edildiğinizde, ya da aldatıldığınızda acı çekmeniz, mutsuz olmanız, hayal kırıklığına uğramanız doğaldır ama öfkelenmeye, kin gütmeye, öc almaya hakkınız var mıdır? Artık sevmediğiniz birinin sizi onu sevmeye mecbur edemeyeceğine nasıl inanıyorsanız, birlikte olmayı daha fazla arzu etmediğiniz birinin onunla kalmanız konusunda ısrarcı olmaması gerektiğini nasıl düşünüyorsanız, sevdiğinize karşı da aynı ölçülerde âdil olmayı öğrenmeniz şarttır.

Acıyı atlatmanın, çıkış yolu bulmanın çözümü herkes için farklıdır. Kimi, kendinden çok genç karısı tarafından aldatılan Alberto Moravia gibi “durumu entelektüalize etmeye” çalışır kimi İvan Bunin’in sevgilisi gibi kaçıp uzaklaşmakta bulur çareyi.

Peki, sevdiğinizin içindeki ‘insan’ın umursamazlığıyla, sizi hiçe saymasıyla kırılıp yaralanırsanız; geçmişteki rüyanızın, ömrünüzün sonunda bile dönüp baktığınızda hatırlayacağınız güzelliğiyle dudağınıza yerleşecek tebessümü çalındıysa ne yaparsınız?

O zaman belki bambaşka bir âleme, maddeye değil mânaya sığınırsınız.

Edebiyat, her an her yerde karşınıza çıkabilecek insanların iç yüzüne de ayna tutar çok zaman. Kendini saf gösteren kurnazların, geleceğe dair planları veya küçük hesapları için herkesi kullanmaktan kaçınmayanların, çıkarları uğruna uyumlu rolü oynayanlarını daha çabuk anlarsınız.

Yine de onların silahlarıyla mücadele etmezsiniz.

Çünkü maddeden soyunduğunuzda yalnızca vicdandan ibaret kalacağınızı bilirsiniz.

Cumartesi, Mart 10

Kaçmak

“Kurnaz insanlar okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran olurlar, akıllı insanlar ise ondan faydalanırlar” Francis Bacon

Hayat olmasa ölüm de olmayacaktı, yaşadıkça ölüme yaklaşmanın bilgisiyle korkmayacak, ona bir anlam katmak için böyle çırpınmayacaktık. Başladığımız seferde yolumuza çıkanlarla, payımıza düşenlerle, rast geldiklerimizle, bize gelen, bizimle kalan veya bizi bekleyenlerle yürüyüp gitmekten böylesine huzursuz olmadan akıp gidecektik sonsuza doğru.

Ama sonsuzda kaybolmaktan öyle dehşete düşüyoruz ki belki yüzlerce kez kayboluyoruz henüz yoldayken, başarısızlık, mutsuzluk, tatminsizlik, sevgisizlik saydığımız şeylerle. Asıl anlamın nerede ve nelerde olduğunu anlamadan kendimizce değerler yüklüyoruz çok zaman hiçbir mana taşımayan şeylere ya da hak etmeyen kişilere.

Yeteneklerimizi kutsallaştırıyor, sevdiklerimizi ilahlaştırıyor, başarılarımıza tapıyoruz; gittikçe ruhumuz yoksullaşıyor, görmüyoruz. Sadece hoşlandığımız için bir şeyler yapmanın zevkiyle, birisini zaaflarıyla sevmenin gerçekliğiyle, kendimizi başkalarına ispatlamanın değil sahiden değer taşıdığımızı bilmenin huzuruyla mutlu olmayı öğrenmiyoruz.

Sevgilerimiz bile sahte, doğaçlama, içimizden geldiği gibi aşık olmuyoruz birilerine, aslında kendi varoluşumuza, kendi hayatımıza mana vermek için kullanıyoruz onları. O zaman da ya bir şeyler talep ediyoruz ‘sevdiklerimizden’ ya kendi istediğimiz şekli verip yeniden yaratmaya çalışıyoruz. Hem kendimizi kandırıyoruz hem karşımızdakini, sonra aşkların sığlığından söz ediyoruz.

O manayı biz yüklüyorsak eğer, “Bir insanı sevmekse en yüksek anlam, pekala bir gemiyi o insanmış gibi kutsayarak yaşayamaz mıyız” diye sorduğu Herman Melville’i anlatan Ali Bayburt’un artık gözlerimizi açmanın, değeri hakiki olanı ayırt etmenin vakti çoktan gelmiş olmalı değil midir; bir mana ararken manasızlığa düşmenin zavallılığından korunmak için.

Çünkü “kaçmak, kaçtıklarına yakalanmaktır bazen” Yakup Kadri’nin ‘Hikmet Bey’inin başına geldiği gibi.