KARANLIK; IŞIĞIN NEGATİF İYONİZE OLMUŞ İZDÜŞÜMÜDÜR! BAŞIMIZDA KÂİNATIN SARKACI.. GEÇMİŞ - ÂN - GELECEK .. VAROLMUŞ VE OLACAK... BURASI GECE VARDİYASI! BURADA HERŞEY OLASI...

Perşembe, Kasım 16

Etti altı...



Cumartesi, Eylül 16

Acı


Öyle uzun ki dünya; katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya, mümkündür, yol yapmaya bir ömür, yol almaya...

Kuşkusuz;
benim de yaban bir çığlığım vardı ya, çok zaman oldu, teslim ettim rüzgâra... Gayrı haricimde dönüyor, dönüyorsa dünya.

Cumartesi, Eylül 9

Tutamamak



İnsan; her şeyini elinde TUTAMAZ hiçbir zaman!
Ne gücünü, ne güçsüzlüğünü ve ne de yüreğini...
Ve açtım derken kollarını, bir haç olur gölgesi...
Ve sarıldım derken mutluluğuna, parçalar o şeyi...
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an:
Mutlu Aşk Yoktur!
Ve olmayacaktır...

Cuma, Ağustos 25

Yorgunluk

Ç O K - Y O R - G U N - U M ...

Seyir defterini başkası yazsın!

Cuma, Ağustos 18

Kilit


Eğer yaşamın kilidiyse hareket;

o kilidin anahtarı da GİTMEK olsa gerek!

Cumartesi, Ağustos 12

Hondasutra


Balböceğim; sana, bulunduğum yerin haritasını gönderiyorum. Lâkin; orada fazla kalıcı değilim. Birkaç alış-verişten sonra sessiz bir köşe bulup, zihnimdeki bulantı geçene kadar kusmak niyetindeyim. Beni o hâlde bulan olur da, bir mendilin kimyâsına katmak üzere heybesine atarsa, üzülmeyesin.


Tekâmülünü tamamlamış bir kelebeğin gözyaşlarını silecek olmak, ölü yâhut sakat doğmaktan daha iyidir. Zira; gerçeğin ömrü çok kısa ve yenilenmek ister dâima. Gerçeği âhengime katamazsam, düşüncelerim kırık bir plâk gibi aynı nokta etrafında cızırdayıp duracak ve ben, hiçbir zaman parçası olduğum bütünü "anlama" gözlüğümü nerede çıkardığımı bulamayacağım.

Bütün bunlar senin için ne anlam ifâde edecek, kestirmek güç değil, ama lûtfen anla: Artık sonuçları değil, başlangıçları değiştirmek istiyorum! Mayamdaki çamur ile değil, çamurdaki cevher ile yüzleşmeyi diliyorum! İğne ucu kadar şüphen olmasın ki; hasretini çektiğin sevinçler, benim de özlemimdir! Ve sevgim; amaçlarımı açıklayan tek şifremdir. Kriptogram sendedir ve benim emânetimdir.

> Elsiz ve dilsiz kurtçuk: Oruga <

Cuma, Ağustos 4

Yolculuk


Eski yeşil bir araçta gidiyorum. Korkular, umutsuzluklar, aldırmazlıklarla kuşatılmış yollardan geçiyoruz. İnce bir yağmur zaman zaman yolculuğumuza hüzün katıyor. Araçta kaç kişiyiz bilmiyorum. Bilmek de beni ilgilendirmiyor. Yanımda oturan biri var, yağmurluğu koluma değiyor. En azından bir de sürücü olmalı diyorum. Alnımı cama yapıştırdım, içimdeki sesi dinliyorum. Bir şarkı bu, bana ait olmayan, benimsediğim. Dikkatle yolu izliyorum. Bâzan sonu gelmez kırlardan, bâzan bezgin kentlerden geçiyoruz. Cılız ağaçlar, beton karmaşasının arasında karşımıza çıkıyor arada bir. Bir işarettir deyip umutlanıyorum. Geçtiğimiz sokaklar daralıp genişliyor. Kalabalıkları da görüyorum ıssızlığı da. Yorgun yaşamların ağırlığıyla köhneleşmiş binalar, soğuk, acımasız ve sırıtkan beton bloklarla içiçe geçmiş. İnsanlar bezgince kendi yalnızlıklarında. Çocuklar henüz gülebiliyorlar. Onları ne çok seversin! Ve kediler uzak uygarlıklarından kopup gelmiş; bir daha asla geri dönemeyeceklerinin farkında dolaşıyorlar. Bir tek onların çözebildiği yaşamın anlamı gözlerinde, bilgece bakıyorlar. Bize söyleyemedikleri gizleri ile yorgun. Tozduman içerisinde görkem ve yoksulluk sarıyor çevreyi.


Eski yeşil aracın içinde umutsuzluğum ve özlemlerimle bilmediğim bir yöne gidiyorum. Diğer yolcular nereye gidiyorlar, onların aradıkları ne, seni tanırlar mı? Bilmiyorum. Alnım camın serinliğinde yitirdiklerimi düşünüyorum. İçim kanıyor. Dikkatle durakları dönemeçleri izliyorum, bir yerde yoluma çıkacaksın bekliyorum. O âna kadar eski yeşil aracın içinde gidiyor, gidiyorum.

Tam o yeşil araçtan çıkarıp, beni bir çukura koyacaklar, başlıyor sağır edici çığlıklar ve uyanıyorum. Düş Perisi gülüyor halime, kızıyorum. Ama derin bir "oh!" çekmeyi de unutmuyorum.

Cuma, Temmuz 28

Kül Yağmuru


Kapılarını kilitleyip yataklarına gömüldüğünde tüm çekirdek aileler, ben harflerin ve sayıların evrenine geçiyorum sessizce, yüzümde renkli bir maske çaresizce. Dışarıda kül yağıyor çünkü geceleri. Ve insan insanı yiyor tüm işlevsel dişleriyle. Tanrı ise; elleriyle yüzünü örtmüş, ağlıyor, çok uzak evrenlerinde zihinlerimizin. Belki bir kaç nota, belki bir iki harf çağrıştırıyor O'nun yalnızlığını: Lam vav nun.

Yalan ve gizem. Sahte ve sır kolkola girmiş, gölgeliyor hayatımı. Neye elimi atsam, eski sahte korkular. Sanki bir büyük "daha önce yaşamıştım bunları" ânı. Ve galiba artık karar veriyorum. O eski yenilgiler ve acılar olmayacak. Kişisel meydan savaşlarında da yokum ben. Çünkü ne yapsam durduramıyorum bu acı yağmuru. Tanrım; geceleri durmadan kül yağıyor.

Sonunda karar veriyorum ve kendimi kırıyorum.

Senin ruhun bile duymayacak uzak, mavi, yeşil ve küçük kadın. Sadece uykunda şöyle bir dokunacak adını bile duymadığın acılar göğsüne. Meleklerin imkansız notaları duyulacak yatağının başucunda. İnleyeceksin nedensiz ve bilinçsizce. Küçük ve anlamı oldukça kapalı bir sızı kalacak sabah uyandığında. Çünkü ben geceleri yapıyorum en olmayacak büyüleri. Gözkapaklarımda notalar, şiirler ve şair ölüleriyle... Çünkü kül kaplı her yanı şehrin.

Bir gece, hiç bir araba geçmeyecek caddelerden. Sokaklarda hiç bir köpek havlamayacak. Çöp tenekeleri sessiz ve kedisiz bekliyor olacaklar. Ve özgür atlar gelecek dolu dizgin. Koşacaklar uykusunda şehrin. Bir tek sen ve ben şaşırmayacağız. Ben: karanlık bir ev içinde dalgın, Sen: sabah hatırlamayacağın düşünde kırgın.

Söyle kim engel olabilir hayalî vuslatın sevincine!

Lam vav nun...

Cuma, Temmuz 21

Öteki Peri


Yaşamak ne ki? Hem kendini, hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil mi? Yaşamak, yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi? Yaşamak, her gittiğin yerde bıraktığın yüzlerini özlemek değil mi? Yaşamak, içinde o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini aramak değil mi?

Bu hayatın ne yengisi, ne yenilgisi teselli etti beni. Ne zaman "kazandım" ya da "artık kurtuldum" desem, daha derin bir boşluk açıldı önüme. Bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola, kazandıkça kaybettim, yükseldikçe alçaldım. Ne aklımdan kurtuldum, ne delirdim. İçimdeki erdem öylesine soluksuz kalmış ki, ne zaman aşkın bir güzellik görsem, ertelediğim hayatım gelirdi aklıma. İçimdeki erdemi suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü... Çünkü ne zaman kirli, inançsız bir gün yaşasam; anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden. Ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam; çok uzaktan, çok eski bir duygu, bana rağmen - bana inat yanımdan geçip giderdi. Kimi sevsem, hiç olmadığı kadar yalnızlaşır; kimi anlamaya çalışsam, hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme. Ve kime.. Kime elimi uzatsam; o ertelenmekten unutulmuş ömrümle karşılaşırdım. Kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim?

Tek başına hiçbir sorunun yanıtını bulamıyor insan...
Ve çaresiz, "öteki" perisini yaratıyor hiç durmadan...

Cuma, Temmuz 14

Merdiven


Çabuk çabuk çıkıyorum merdivenlerden. Ben çıkarken ağır ağır inen biriyle karşılaşıyorum. Yol veriyorum. "Bahtiyar ol kızım" diyor yol verdiğim ihtiyar. Biraz sonra, yukarı katta işimi bitirmiş, aynı hızla merdivenlerden iniyorum. Bu kez "Bahtiyar ol kızım" çıkıyor merdivenlerden yavaş yavaş. Yol veren yine ben oluyorum. "Bu kadar koşuşma yavrum, değmez" diyor ihtiyar. Bu sözcüklerin üzerinde düşünmek gereğini duymadan iniyorum merdivenlerden.

İşimi bitirince, yeniden merdivenlere yöneliyorum. Bir delikanlıyla karşılaşıyorum merdivenlerde. Bu kez bana yol veriyor. "Bahtiyar ol oğlum" diyecek yaşta değilim. Üstelik dairemizde bu yeni yetmenin işi ne? Merdivenin ortasında durup soruyorum: "Az önce, yaşlı bir memurumuz çıkmıştı yukarı. İnmedi. Yoksa ben mi görmedim? Kendisi şu anda yukarıda mıdır? "Evet" diyor gülümseyerek delikanlı. "Yukarıda, bir kanapenin üzerine uzanmış yatıyor. Çıkarsanız göreceksiniz. Cankurtaran çağrıldı. Ama kanımca, bir cenaze arabası çağırmak daha yerinde olurdu. Buyrun, buyrun siz de çıkın..."
Yol veriyor.
Ama benim yola gereksinmem yok.
Belki yukarı çıkmam için bir neden de yok.
"Siz buyrun" diyorum.
Ve meslek hayatımda, ilk kez, kendimden genç bir memura yol veriyorum.
Garipseyerek iniyor merdivenleri.
Merdiven basamağında bir süre duraladıktan sonra, kararımı verip ben de aşağı iniyorum.

Ne işim var benim yukarıda?

Cuma, Temmuz 7

Zamanlar


Vardı. Bebek patilerinin, böğürtlenin, sert mürdüm eriğinin, hilesiz domatesin, saygılı esnafın, kendisine adanmış varlığımın O'nda karşılık bulduğu zamanlar. Hayırlara uğurlandığında, belli belirsiz bir gülücüğün gelip dudağına konduğu zamanlar. Kuzey denizlerine yolculuk gibi gerçekleşme ihtimâli çok küçük heveslerime şefkatle katıldığı zamanlar. Parasızlığı yerli yerine koyduğu zamanlar. İyi bir fasılın bensiz içine sinmediği zamanlar. Alacakaranlıkta, uykularının en derininde gözüne iliştiğimde, canhıraş sarılma-larının zamanları. Önümdeki kaçınılmaz kışı, acımasız yaprak dökümünü, O'nun öğrettiği "sonbahar gülü olduğum"un idrâkiyle, efendice göğüslemeye kendimi hazır hissettiğim zamanlar.

O'nu kaçıranın ne olduğunu asla bilemeyeceğim. İblis, yollarımı kesti, zihnimi kararttı. Gözlerine mil çekti, kulaklarını tıkadı, kalbini mühürledi. O, bir benden oldu, bir ötekinden, çarelerim tükendi. Alın terimi alın terine, ömrünü ömrüme eklemesini istemiştim. O post restant kalmayı tercih etti. Mektuplarımın eline geçip geçmediğini de asla bilemeyeceğim. Bildiğim tek şey, bu uçsuz bucaksız dünyada artık yaşamak isteyeceğim hiçbir şeyin kalmadığı. Bu sebepledir ki, gözlerimin önünü arkasına çevirdim. Oftalmik migren diyorlar, kırık ışıkların perdelediği koyu karanlıklarda arıyorum O'nu.

Canevimde bir sanık oturur, zâlim.
Yaslamış sırtını umarsız tutkuma, aşağılar da aşağılar artık.
Ne bu aşk, ne bu âşık, ne de bu bildik dünya: iflah etmeyiz gayrı.

Cuma, Haziran 30

İyi uykular !



İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki? Geçmiş: üstümüzü her gece onunla örttüğümüz... Uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz. Dağın doruğu ile dağın derini arasındaki mesafeden başka nedir ki insan: derininde kor tutmuş haller, doruğunda ıssızlık bilgisi... Güne ait sesler çoğaldığında hatıranın kendisi de kokusu da bilgisi de silikleşecek..
Ve insan,
sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek.
İyi uykular!

Cuma, Haziran 23

Zamanın Zamanı


Zamanın bir başlangıcı var mı?
Zaman hep mi vardı?
Peki, zamanın bir sonu olacak mı, bir gün bütün anlar dağılıp karanlık bir boşluğun içinde kayıp mı olacaklar?
Eğer zamanın bir başlangıcı ve bir sonu yoksa, her şeyi bir başlangıç ve sonla ölçen zamanın kendisi bir başlangıçla bir sondan yoksunsa, onu ölçecek olan o iki ucu ele geçiremiyorsak, o vakit, evrenin, dünyanın, tarihin, insanların ömrünü ölçen zamanın kendisi ölçüden âri mi?
Zamanın bir zamanı yok mu yani?
Zamanın bir başlangıcı varsa şayet, o başlangıçtan önce var olan neydi peki? Zamansız bir boşluk mu? Yoksa ölçüleri bambaşka olan bir zaman mı?
...
Beş bin yıl önce başladı birileri yazı yazmaya.
Beş bin yıldan beri yazıyoruz.
Dünya yaratılalı dört buçuk milyar yıl olmuş, öyle diyorlar.
Bir gün dünyanın ateşe düşmüş bir kristal top gibi patlayıp, parçalanacağını da söylüyorlar.
Anıt yıkılır o vakit.
Zaman ne zaman başladı, diye soran kimse kalmaz.
Zaman kalır mı peki?
Dünya ve insanlar yok olduktan sonra zaman yine sürer mi?
Zamanı ölçü olarak kullanacak insanlar olmadığında, zaman varlığını sürdürebilir mi?
...
Zaman ne zaman başladı?
Yoksa hiç başlamadı da, bir güneşin çevresinde hep aynı hızla dolaşan küçük bir gezegende biz öyle bir şeyin varlığını uyduruyor muyuz?
Bunları bilmiyoruz, yalnızca iki gerçek var şimdi, uğultulu bir gecede gölgem bir pencereye yansıyor ve bin yıl sonra bu soruların cevabını yine bilmeyecekler.

Cuma, Haziran 16

Yazman


Bir yazmanım var. Ne söylersem yazıyor.
Ama yazmanımın garip bir de huyu var: Yazarken söylediklerimi değiştiriyor.
Örneğin, ben "Babamla, bülbül dinlemeye Bokludere'ye giderdik" diyorum.
Önüme gelen daktilo edilmiş metinde ise şöyle bir cümle okuyorum:
"Evde sıkıntıdan boğulduğumuz gecelerin sabahında, daha gün doğmadan yola koyulur, şafak sökmeden vardığımız Söğütlüdere'de bir ağacın altına oturur, bülbüllerin ötüşünü dinlerdik. Gün yükseldiğinde, bülbüllerin sesini karga sürülerinin sesi alırdı."
Ya da, örneğin ben, "Aşk insanın içindedir" mi diyorum, önüme gelen kağıtta şöyle bir cümleyle karşılaşıyorum: "Aşk iki insan arasında oluşur, ama çoğu kez yalnız birinin gönlünde gelişir."
Örnekleri çoğaltmanın gereği yok.
Yazmanımın ne mene bir kişi olduğunu yeterince belirliyor bu örnekler.
Kaç kez ona yol vermeyi düşündüm. Ama bir türlü gerçekleştiremedim bunu.
Yazılarımı, öykülerimi onun yazdığı gibi yayımlamayı sürdürüyorum.
Üstelik kendi adımla.

Cuma, Haziran 9

Sır


Geceydi. O zamanlar yirmi bir yaşındaydım. Bir hastane odasında kimsesiz yatıyordum. Belli belirsiz küçük bir ay ışığı, tam karşıdaki pencereden süzülüp uzun saçlarımı aydınlatıyordu. Kimsesiz orada öylece yatıyordum. Akşamüstü tam gün batımında rahmimde ölen, erkek mi kız mı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim küçük bebeğimi benden hoyratça çekip almışlardı. Acı duymamıştım ya da yüreğimdeki keder öylesine yoğundu ki, acı yok olmuştu.

Geceydi, kapının açıldığını duydum, biri odaya girdi. Bekledim, sesim çıkmadı, gelenin üstünde beyaz doktor gömleği vardı, yanıma yaklaştı ve hiçbir şey söylemeden saçlarımı okşadı. Korkmuştum, hayır daha çok şaşkındım; pencereden vuran ışıkta adamın gözlerini gördüm, gözleri bir yerlerde, bir nedenden çok derin yaralanmıştı. Eğilip kulağıma fısıldadı, "Ölen karıma çok benziyorsun. Yanına yatabilir miyim? Sadece yatabilir miyim?" donup kalmıştım. Sesim yok olmuştu. Hafif yana kaydım, o geldi yanıma uzandı. Öyle uyudum.

Salı, Haziran 6

Hexakosioi - Hexekonta - Hexa Phobia


"Bugün 2006’nın 6. ayının 6. günü ya...

“666” için “kıyamet günü” tahminleri yapılıyor.

Benim doğum günümde de var “666”; ömrüm kıyametse kıyamet...

Ama ben memnunum kendi kıyametimden...

* * *

“Kıyamet günü”nüz kutlu olsun...!

(Can Dündar olarak, bu cümleyle “Son sözleri” listesine girer miyim dersiniz?) "

Cuma, Haziran 2

Pike


Pike... kendini bırakmak demek. Kanat çırpmadan. Havadan ağır olan bedenin, yeryüzüne doğru süzülüşü. Bu süzülüşte, göl kıyısındaki kamışların ardında bir avcı görüyorum. İki kanat çırpışı... yeniden havalanıyorum. Ama o ne, bir patlama ve göğsümde bir acı. Dengemi yitiriyorum. Güçsüz kanatlarım çırptıkça dayanılmaz bir acı veriyor. Yükselme çabalarım boşuna. Boşlukta yalpalayarak düşüyorum. Ağaçlar, çalılar, toprak yaklaşıyor. Ya da ben onlara yaklaşıyorum. Aynı şey. Düşmemek için yeniden çırpıyorum kanatlarımı. Ama güçsüz kanatlar havalandırmıyor beni. Düşme diyorum kendikendime. Düşersen bitiktir sonun. Düşmemek için çabalıyorum. Havalanmak, yükselmek için acıyla kanat çırptığımda, çok az, çok çok az yükselebiliyorum. Bu arada içimden bir ses, bana...


... olağanüstü bir kuş olduğumu, canımı verdiğimde küllerimden yeni bir kuşun doğacağını söylüyor. Küllerimden... Yeni bir kuş... Peki; bu yeniden doğacak kuş, gene ben mi olacağım?

Cuma, Mayıs 26

Suç Ortaklarım'a...


Gençken, insanlardan vereceklerinden fazlasını isterdim; sürekli bir dotluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi verebileceklerinden daha azını istemesini biliyorum; yorumsuz bir arkadaşlık. Ve coşkuları, dostlukları, soylu davranışları, benim gözümde tüm mucizevî değerini koruyor; iyiliğin sarsılmaz etkisi.

Bazı insanlarla gerçek ilişkiler kuruyoruz. Ötekilerle sahte ilişkiler. Bunların ille de kısa süreli olması gerekmiyor. İnsanlarla uzun bir süre yaşayamıyorum. Sonsuzluğun payından bana biraz yalnızlık gerek. Dostluk daha oyuncaklı bir iştir. Uzun sürer kazanılması, güçtür, bir de elde ettiniz mi başınıza kalır, katlanmak zorundasınızdır. Hele dostlarınızın, aslında yapmaları gerektiği gibi her akşam telefon edip, kendinizi öldürmeye niyetli misiniz, ya da sadece arkadaşa ihtiyacınız var mı, yoksa dışarı çıkmayı mı düşünüyorsunuz diye soracaklarını hiç sanmayın. Yalnız olmadığınız ya da hayatı güzel bulduğunuz akşamlarda telefon ederler mutlaka. Onlara göre, daha çok kendi kendinize borçlu olduğunuz şeyler yüzünden canınıza kıymaya iterler sizi. Azizim, Tanrı bizi dostlarımız tarafından göklere çıkarılmaktan korusun.

Dostlarım diyorum ya, sözün gelişi; dostum yok aslında, sadece suç ortaklarım var. Onların da sayısı pek çoğaldı, bütün insanlar suç ortağım benim. En başta da siz geliyorsunuz. Eee, kim yanımdaysa birinci odur.

Cuma, Mayıs 19

Cinnet


Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, cıvıklaşır, katranlaşır. Tedailer zikzak çizer boyuna. Kafatasında musîkisi biter kelimelerin, uğultu başlar, şuuraltının veya şuursuzluğun uğultusu. Hayat, uyku ile uyuşukluk arasında rakseder. Tehlikeye düşen vücut için, şuur bir safradır. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Zekânın sürekli isyanlarından bîzar olan madde, bu şımarık, bu geveze, bu mütecessis meşâleyi bir üfleyişte söndürür. Cinnet; maddenin zaferi değil de nedir?!

Cuma, Mayıs 12

Hiç düşündün mü?





"Kendimizi tanımak.. Ruhumuzun mahzenlerinde bizden habersiz yaşayan bir alay misafir var. Berhânenin bazen bir, bazen birkaç odası aydınlık. Işık binanın üst katlarında.

Kendini tanımak. Kendini, yani eriyeni, dağılanı, dumanlaşanı. Sen; acıların, utançların, zilletlerinle aynısın. Rüyaların, hayallerin dileklerinle bir başkası. Gideceksin. Tanrılar bile rolünü bitiren aktörler gibi kâh birer birer, kâh hep beraber çekiliyor bu sahneden. Senin zavallı gölgen, zaman perdesine belki bir kere bile aksetmeden, oyuna katılmayan bir kukla gibi unutulup gidecek."
hiç düşündün mü?

Cuma, Mayıs 5

GeCe Perisi


Denize açılan penceresi olan
Ama bütün her tarafı pencere
Tül perdeleri uçuşan uçuk mavi
İnanılmaz güzel bir oda
Biraz önce o odada su varmış, deniz
Oraya kadar gelmiş, bütün odayı kaplamış
Ama ondan sonra zaman gelince çekilmiş
Denizin bıraktığı neler var
Olamaz ! inanılmaz... böyle

Tutuyorum bi tane deniz kabuğu, kocaman
Ve nasıl söyleyeyim sana, incecik
Porselenden daha ince, daha da ince
Hani biz deniz kenarına gidince
Şu kadarcık, şu kadarcık sarı şeyler buluyorduk
Hatırladın mı ?
Onlardan daha ince ! incecik !
Hiç bir maddede olmayacak kadar ince
Üç tane iç içe girmiş, sen onu bir zannediyorsun
Kocaman bir deniz minaresi. ah !
Görüyorum onları, sana göstermek istiyorum. hiii !!!
Dilim tutuluyor, ne söyleyeceğimi şaşırıyorum
-o kadın arkamda-
Böyle bir tanesini hafifçe elime alıyorum
Elime aldığım anda tuz buz oluyor
Birkaç tane parçası kalıyor
Onun içinden bi tane daha çıkıyor
O da kırılıyor, o da kırılıyor
Ama diyorum, 'neden bunu elime aldım ?
O kadar güzeldi ki'!
Sana göstermek istiyorum
Ve sen gelmeyi o tarafa
Hiç düşünmüyorsun
Mecburen onu elime alıyorum
Ama elime aldığımda kırılıyor
Her taraf dolu
Başka bir tane görüyorum
Ondan da güzel !
Bu sefer onu elime alıyorum
O çok sağlam
Hiçbirşey olmuyor ona
'tamam işte' diyorum
Tekrar o kabuklara baktım
İlhan'cım o kadar güzel kabuklar ki
Dev boyutlarda
Çok güzellerdi
Ama, o oda çok güzeldi ' denizin çekildiği oda '
...
Son kapının ardında..
Gül kokulu çeyiz sandığının ardında
Buluşalım..
Bakalım tanıyabilecekmisin beni ?
Düşünemeyeceğin bir haldeyim...
" k r i z a l i t - k r i s t a l i n "


(Hansu & İlhan İREM 'e Işık ve Sevgi ile...)

Cuma, Nisan 7

Olan oldu...


Düşlerin bittiği yerde insan; belki çiğdir, -ana sütü gibi- ama saftır, katışıksız ve tek terkîp. Ne bir önceki ile benzer; ne bir sonraki ile eş. Ancak o sefere mahsus bir vâroluştur bu. Ve âcizlik; tam da bu nokta da avuntudur işte. Kelâm olsa dinlenmez, sükût olsa çekilmez. Nihâyet; insanın bütün dilleri, derinlerde uğuldayan aah ile inler ki onun da sonu gelmez.

Ey güzelliklerin Allah'ı ; ıtır gülü seslendirsin bırak, ışık sonsuzu! Ben beni seslendirirsem bir daha; "kabûl" tanıma bu kulu! Aklın kalp ile savaşı nâfile imiş bildim, çünkü asıl düşman: huyu! Menzil hakîkat olduğuna göre, razıyım gayrı, varsın uzun olsun bu yolun boyu. Ne olsa bir kez : OLAN OLDU!


Cumartesi, Nisan 1

End of the Shalamar

dokundular..

fırladın yataklardan:

" BASÛ-BÃD-EL-MEVT !!! "


Ne zaman ki etekleri başına geçer..?

Düş biter...

Shalamar gider...

. . . . .

. . . .

. . .

. .

.

!

Çarşamba, Mart 8

Yok/sun/luğum

(...) insan uyuyabilir, lâkin "zaman" uyumaz !

.. gözleri açık insandan "görüyor" anlamı çıkmaz !

.. h i ç b i r sorunun sadece bir cevabı olmaz !

.. bir gülüş ne kapılar açar da kapı bunu anlamaz !

( İzmir 9 Eylül Hastanesi'ndeki günlerimizin -nihâyet bugün- sona ermesinde katkısı olan her vesileye dûa ve şükranla. Habersiz, merakta bıraktığım dostlara : "Ey Cân; önce farenin şerrini def'et, sonra buğday biriktirmeye çalış!" diyor Mevlâna... )

Perşembe, Ocak 12

Çığlık


Yaşadığım çağın rûhu yok diye haykırmalı mıyım; "afazi" salgınınına bir ilaç mı bulmalıyım? Yoksa; "görmeyen gözü, işitmeyen kulağı, düşünmeyen kafayı ve hissetmeyen yüreği AFFET Allah'ım !" diye duaya mı durmalıyım?

Bilemedim..
Bilemedim...

Çarşamba, Ocak 4

Öykü


Siyah beyaz bir öykü düşündüm bugün... Suyun akışını kolaylaştırmak için taneciklerini fedâ edip çukurlaşan ve daima eksilip azalmaya meyilli bir toprak parçasının kaynak kuruduğunda yaşayacağı/yaşadığı yalnızlığı anlatan bir öykü... Su; başka hayatlar olacaktır bu öyküde ve esas oğlan toprak. Esas kız ise, tabii ki kaynağı kurutacak olan. Yani yazacak olsa, böyle yazardı Ahmet Altan ve okurken geçip gidiverirdi bu aralar nazlanan zaman...